Acı Bir Olay! Yaşanmış Bir Hikaye: TÖRE!
Görev başlangıç kağıdı elinde, Milli Eğitimden çıktı. Gelinciklerle dolu kırlardan sonra, pamuk tarlaları arasından buğday tarlalarına yaklaştığında bir ses:
Heeyy!. Gel hele! Yabancıya benziyon sen . Karpuz yiyek.
Buğday tarlasının bir tarafı sebzelerle doluydu. Bereketli bir ova. Köylü saf ve pazarlıksız. Misafirperver.
Öğretmen olduğunu ilk ona söyledi. Yediler konuştular. Ayrılırken parmağıyla gösterdi gideceği yeri.
bu yolu bırakma. Şu ileriki mahle bizim mahle hoca. Oranın az daha ilerisine git. Okul oradadır. Bizim mahleden büyüktür. Tekrar hoş gelmişsen….selametle gidesin…
……
Heyecanlıydı.
İlk Göz Ağrısı idi meslekte bu köy okulu. Okulun yanındaki küçük bir lojmanda, ortama alışmaya çalışıyordu. Çevreyi inceliyordu inceden inceye. Çevre incelemesi şarttı. Kimdirler. Hangi köylerle bitişik, tarihi ve yetişen ürünler ve kültürü…..Öğrenmeli ki öğrenci ve köylü insanla ona göre konuşmalıydı. tavır ve davranışlarını ona göre belirlemeliydi.
İdealist öğrenmenliğin peşindeydi.
Ortaokul ikinci sınıfta öğretmen olmaya karar vermişti. Tarih okusa da sınıf öğretmeni olarak atanmıştı. eğitim sonuçta…
…..
Hayvancılığın, özellikle küçükbaş hayvancılığın çok olduğu bir köyde, tezek kokan sokaklardan geçiyor, öğrencileri ve ailelerini ziyaret ediyordu sık sık. Aylar nasılda hızlı geçmişti. Aile ziyaretlerine yeni başlamıştı.
Çocukların okuması için gecesini gündüze katıyordu. Doğal ve içten. Severek işini yapan, önyargısız, pazarlıksız bir köy öğretmeni. Yetim ve öksüzlere ayrı bir önem veriyordu. Daha bir duygusallaşıyordu onlara karşı. Kendisi de yetimdi sonuçta.
Yurtta büyümüş, bir süre sonra da bir aile tarafından sahiplenilmişti. O aile onu okutmuş ,evlat kabul etmiş, büyütmüşlerdi. Bir gün karşılarına alıp, evladım diyerek söze başladıklarında dünyası başına yıkılmıştı.
‘’Aslında biz senin öz anne ve baban değiliz. Ama bizim canımızsın, kanımızdan gibisin. Bundan sonra da öyle olacaksın. Bizden duy diye gerçekleri söylüyoruz. Belki başkasından duyarsan canın incinir. Şaşırmayası Oğlum’’ dediklerinde, ne kadarda yıkılmıştı.
Belli etmemeye çalışıyordu ama arkasından gelen cümleleri duymamıştı bile. Anne ve baba dediği kişiler karşısında konuşuyor. ”Aslında….. Biz senin annen baban değiliz”
Aman Allah’ım! Bu nasıl bir boşluk, nasıl bir uçurum, nasıl bir yalnızlığa itilmişlik. Onlara söyleyemedi bile. Cevabını bilemediği o kadar sorular vardı ki şimdi kafasında. Yoksa beni beğenmediler mi? Nikahsız bir çocuk muyum.? Piç miyim ben yaa? Ooff!.oooff! İnanamıyorum!. konuşmanın bir yerinde, baba ve annesinin olduğunu söylemişlerdi sanki. Yoksa beyni mi uyduruyordu. Bu bir kabullenemeyiş mi?
Acaba benim babam yok mu gerçekten! . Neden beni terk etsinler ki !. Daha nice sorular yatıyordu kafasında canını acıtan. Bulamadı da. Hatta soramadı da. Ama o surular yıllardır hep beyninde çalkalanıp duruyordu. Nere gitse aynı sorular…Nerede , Anne! Baba! kelimesini duysa içinde cam kırıkları kıpırdamaya başlıyordu.
Anne, baba kimdir ki. Ana kimdi. Doğuran mı yetiştiren mi. Ya baba kimdi. Başını okşayan mı terk eden mi. Hep geldi buna benzer sorular. Sordu ve kendi cevapladı bunların hepsini içi burkularak. Sevinçli anlarında, hüzünlü anlarında hep bunlar vardı yanında. Anne dediğinde, Baba dediğinde öyle güzel sarılırlardı ki büyütenler….Gerçek anne ve baba nasıl olurdu ki….
Bir süre düşünmedi geçmişini. Lakin günler yıllar geçtikçe gittikçe derinleşiyor bu soruları ve sorunları. Çözülmeyen her soru, düğümleniyor kendini yıpratıyordu ve yalnızlığa itiliyordu gittikçe.
Acaba gerçek hiç anlatılmamalı mıydı? Geçmişten bildiği fazla bir şey de yoktu aslında.
Azdı bildiği.
Antep’te yurttan alınmış, bebek iken Adanalı bir aileye verilmiş, burada büyümüş, yetişmiş…
Sadece buydu. Neden. Ne için. Hiçbir sorunun cevabı yok. Kime sorsun. Nasıl bulsun onları. Yaşıyorlar mı acaba.. diğer ihtimali hiç düşünmüyordu.
İnsanın yapısı değil miydi araştırmak. Elinde değil ki duyarsız kalmak. Geçmişin üzerine nasıl bir sünger çeksin.
Aradan yıllar geçmiş, şu an Antep’teydi Üstelik. Ve öğretmen olarak. ve ev ziyaretleri yapıyor…
Burası sırtını dağa dayamış, önü pamuk tarlaları olan bir köy. Mezra da derlerdi böyle küçük yerlere buralarda. Öğretmek güzeldi. Günler hızlı geçiyordu. Minik zihinlere bir şeyler vermek, geleceğin neslini yetiştirme kutsaldı ona göre. Öyle düşünür aldığının fazlasını vermek için de gayret ederdi.
Adı Ahmet. Adanalı aile vermişti adını. Şu anki kimlikteki anne babası yani.
Antep’teki Yurttaki adı Yaşar. iki yıl Yaşar olarak kalmış yirmi altı yıldır da bu ismi hiç kullanmamıştı. Aklına da gelmemişti zaten.
Adı Ahmet. Beğenilmiş, övülmüş ve övülmeye layık olan insan. Beni beğenmeseler bu ismi neden versinler ki.
Az yalnız kalsa takılırdı bitmek bilmeyen soru yumakları…
….
Sokaklar son bulmuş ve bir eve misafir olmuştu şimdi. Ev sahibinin torunu, öğrencisiydi.
Selamun aleyküm!
Aleyküm selam hocam . Hoş geldin. Hele şuraya buyur!
Hal hatır sormalar, oradan burada konuşmalar, yeme içmeler bitti.
Evin büyüğü bir mektup uzattı
Hocam hele bir oku! Ne yazar bunda. Yolunu bekliyoruz kaç gündür.
Ziyaret ettiği evin büyük oğlu, Almanya’dan mektup göndermişti. Yaşlı anne babası Türkçe okuma yazmayı bilmediği için:
Hoca, okur musun deyip mektubu eline vermişlerdi.
Gönderen: Yaşar Aslanoğlu
Gönderilen: Yusuf Aslanoğlu.
Almanya, Berlin’den gelmiş mektup. O zaman hatırladı tekrar Yaşar adını Ahmet Hoca. Biraz dalgınlık yaşadıktan sonra okudu mektubu.
Mektup bittiğinde: Emmi Neden adını Yaşar verdin çocuğunun adını ?
Her ismin bir hatırası olduğunu, geçmişi olduğunu biliyordu.
Uzun hikâye Hoca. Yine de anlatayım kısaca. Hüzünlendi başını eğdi. Gözleri yaşardı. Dört kızım oldu bundan önce. Dördü de öldü. Bu çocuk olunca adını Yaşar koyduk. Yaşasın diye. Bir de şeyy…
Ne Emmi! Şey dediğin nedir ki?
Bir, Oooff ! çekti Yusuf Emmi. Dağlar duysa yerlerinden kalkar ağıtlar yakarak yüreğine su taşırdı.
O ‘’şey’’ bir sebep hocam . Bir özlemin, hasretin, acının, hüznün sebebi. O ŞEY Hayallerin, sevginin sebebi. O şey Yaşar. Hocam , Yaşar.
Yirmi sekiz yıl önceydi. Adana’dan buraya mevsimlik pamuk işçisi geldi. Zaten her yıl da gelirdi. İşçilerden birisi sevmiş buradan bir kızı. Kız da onu sevmiş. Ama bu Töreler yok mu? Beşik kertmeleri yok mu? Yaktı yüzyıllardır yüreklerimizi.
Kızın adı Songül. Ailenin son gülüydü. Beş kızın en küçüğü. Amcasının oğluna beşik kertmesi yapılmış. Daha beşikteyken amcasının oğluna sözlenmiş büyükler arasında. Çocuk daha üç günlük. Beşik kertmesinden başkasına bu kız verilemez anlamında. Bir de koyun kesmişler. Yemek yemişler. Sanki söz düğünü yapılmış.
Çok saçmalık Emmi. Bu zamanda böyle şey olur mu?
Töre, adetler, gelenekler zamanın ve eğitimin üstündedir buralarda hocam!
Songül, Okulumuzun karşısındaki evin kızı. Fakir bir aile ve yanındaki ev de amcasının evi.
Pamuk işçisi Adanalı çocuğun adı Hüseyin. Sevmiş iki çocuk birbirini. Hem de ne sevgi. Dokunmadan ve yürekten sevgi. Çok istediler helalinden. Üç yıl uğraştılar kızı almak için.
Ama vermediler. Beşik kermesiyle sözlü diye.
Bunlarda o zaman cahillik yapmış hocam. Sonradan öğrendik her şeyi.
Ne cahilliği Emmi!
Gizlice buluşmuşlar işte. Anla orasını sen. Ondan sonra durum çok değişti.
Kız ben Hüseyin’i seviyorum dese de kabul görmedi. Hüseyin ve ailesi köyü mesken ettiler. Kimi araya koydularsa vermediler kızı yine de.
Songül’ün Ailesi namusumuz kirlendi. sen yanlış yaptın. bizi rezil ettin. Nasıl beşik kertmeni kabul etmezsin? diye köyün meydanında kızı taşlayarak öldürdüler bir sabah namazı civarı. Bunlar, bir de yaptıklarına dindarlık adı koymazlar mı insan kahroluyor?
Nedir bu cahil Müslümanlardan çektiği bu toplumun. Senin lojmanın az ilerisindeki taş yığını var ya. İşte tam orada. Hala taşlar durur orada. işte orada kıydılar zavallıya. O taşlarla öldürdüler. Bizler de seyrettik çaresiz. Engelleyemiyorsun. Tüfek ellerinde nöbet de tutuyorlar. Taş atanları engelleyen olmasın diye. On gün sonra, amcasının oğlu da sevdiği olan Hüseyin’i namus adına Adana’da vurdu. O hala hapiste. Sonuçta, Hüseyin Adana mezarlığında, Songül ise bizim köy mezarlığında virane mezarda . Mezarını bile yaptırmadılar.
Allah rahmet etsin ölenlere. Bu töreyi devam ettirenleri de ıslah etsin. Yaşar ismiyle buranın bağlantısı ne ki. Orayı anlayamadım Emmi.
Orasını hiç sorma hocam!
Tütün tabakasını aldı eline. Halis Adıyaman tütününden kalınca bir tane sardı kendine. Muhtar çakmağıyla yaktı. Ve sessizce kaldı öylece. Zamanı bıçak kesmiş sanki. Kalp atışlarının sesi duyuluyor sessizlikten. Hoca istiyorki anlatsın Yusuf Emmi. Ama acı olay nasıl desin devam et diye. Acıyı yaşamak ile duymak arasında dağlar vardı. Biliyordu hoca bunu. Bir zaman sonra Yusuf Emmi devam etti:
Kız ölünce Savcı geldi. Otopsiye götürdüler. Meğer kız hamileymiş. Üstelik yeni doğum yapmış. Ama çocuk ortalıkta çocuk yok. Duyan yok. Hiç kimse bir şey bilmiyor. Savcı diyor çocuk bulunacak. Aile ve köylü diyor biz bir şey bilmiyoruz. Günlerdir ekin tarlalarında, pamuk tarlalarında dere kenarlarında, dağda çocuk arıyoruz. Ama yok. Devlet yalan mı konuşacak. Çocuk olmuş. Bulacaksınız diyor.
Bir gün yorgun argın eve geldim. köpeğimizin evde olmadığı dikkatimi çekti. Teyzene dedim.
Hanım nerde Öksüz.?
Öksüz kim?
Öksüz köpeğimizin adı.
”Bilmiyorum. Arada görüyorum. Geliyor karnını doyuruyor gidiyor. Çok durmuyor buralarda. Songül’den sonra durmaz oldu öksüz” deyince içimde bir şeyler kıpırdadı.
Songül yeğenimi, severdi öksüz. O da ona bir şeyler verirdi. Onu aradım bahçede buldum. Ve takip etmeye başladım hareketlerini.
Bir gün yemeğini yedi. Bizim ekin tarlasının içine daldı. O önde, ben arkada. Ürkütmek de istemiyorum. Bir süre sonra, tarlamın aşağısında durdu. Orada üzüm bağı vardı. Ona sayfan yapmıştım. Gittiğimde şaşırıp kaldım. Öksüzün yanında bir çocuk. O çocuğu aldım eve getirdim. adını Yaşar koyduk çocuğumuz devamlı ölüyordu çünkü. Bir iki hafta baktık sonra devlet elimizden aldı çocuğu. Meğer o çocuk songul ve hüseyinin çocuğuymuş. Kız doğumu yapmış orada. Sonra öldürmüşler onu. Yavruyu çocuk yurduna yerleştirdiler. Çok uğraştık geri almak, sahiplenmek için. Köylü de, kızın ailesi de engel oldu almamıza. İki sene her gün yurda gidip geldik çocuğu almak için. Bir gün dediler ki bize, o çocuk artık burada yok. Onu Adanalı bir aileye evlatlık olarak verdik. Bize adresini bile vermediler.
Hocaa! O çocuğu çok sevdik biz. O çocuğun özlemi kederi, kaderi yaktı bizi. Allah işte. Ondan sonra bir erkek çocuğumuz oldu. Onun adını Yaşar koyduk. Okuduğun Mektup ondan geldi
Ahmet Hocanın heyecandan ağzı kurudu, dermanı kesildi. Konuşamıyor. Nefes almakta zorlanıyor. Kızardı. Boğulacak neredeyse. Öksürük üstüne öksürük başladı. Korktu Yusuf emmi. Hemen su getirildi, eli yüzü yıkandı. Zorla da olsa su içirildi. Gömleği çıkarıldı. Sırt üstü yere yatırdı. Kolonya sürüyor bir taraftan, diğer yandan hocam iyimisin ! Ne oldu ? diye panik halinde ,Yusuf emmi sorular soruyordu.. Sorsada cevap alamıyordu. Hoca ölecek sanki…..Bir zaman sonra kendine gelebildi Ahmet Hoca
Sesi kesilmiş. Boncuk boncuk terlemişti.
Neler oluyor Allah’ım! Kendini toparlamaya çalıştı . Kısık bir sesle sordu: Kim miş dedin o Yaşar’ın anne ve babası?
Onun annesi ve babası Songül ve Hüseyin. iki aile de çocuğu kabul etmedi. Zaten ondan dolayı Çocuk esirgeme kurumuna verildi. Çocuğu bulduğumuzda beş altı günlükmüş. Orada nasıl yaşadı bilinmiyor. Öldürmeyen Allah öldürmüyor işte. Allah O çocuğa, bizim Öksüz’ü bekçi yapmış. Ama o çocuk bize de nasip olmadı.
Çok duramadı orada hoca. Lojmana doğru gidiyordu. Yıllardır içinde biriken sorular bombardımana tutmuştu beynini. Sorular ve farklı farklı cevaplar…
Acaba bunlar benim Ana babam mıdır?
Çok yazık! Ben değilimdir.
Çünkü kendisini anne babasının kendisini cami avlusuna bıraktığını söylemişlerdi. Ya anne babasıysa. Ama bir kurt yiyordu içini. ”Bulmalıyım bunu” diyordu kendi kendine.
Lojmana vardığında, pencereden baktığında ileride yığılmış taşları görebiliyordu. Uzun süre bakıyordu ki:
Taşların içinde bir kadın duruyordu.
Sonra sesler geldi. Yalvarmalar, ağlamalar…taş sesleri
Vurmayın!
Atmayın! Canım yanıyor!
Anneeee!
Babaa!
Haykırıyor! Haykırdıkça taşlar çoğaldı başına, suratına isabet ediyordu hep. Her yanında kanlar fışkırıyor. Ve yığıldı yere inleyerek. Ağzında kanlar. Gözleri açık. Gökyüzünde. . Taşlar öyle devam etti ki. Şimdi kadının kırmızı eşarbının ucu gözüküyordu sadece.
….
Gözlerini açtı. Boynunda bir acı. Hafiften ” aahh ! ”diyerek dönmeye çalıştı. Kan var yerde. Elini başına götürdü gözlerini ovaladı. Elinde de kan var.
Ne oldu bana derken, sabah güneşinin ışıkları çarpıyordu yüzüne.
Ooff Bayılmışım!.
Zorlanarak kalktı. Pencereden dışarı baktı kimseler yok insanlar adına. Taşlar ve sabahın seyrinde tozu dumana katmış ; dağa giden keçiler, koyunlar, köpekler ve iki çobandan başka.
Lavaboya gitti. Elini yüzünü yıkadı. Çok bir şeyi yoktu. Düşünce başını çarpmış. Kan ondanmış. Yıkadı , yıkandı. Okul başlayacaktı birazdan.
Songül’ün öldürülmesinden sonra o evin başına felaket üstüne felaket geldi demişti Yusuf emmi. Uzaktan görebiliyordu evi. Taş biriket karışımı, üstü topraktan. Genelde sakin bir ev. Arada gözüken birkaç ihtiyar…..
Günlerde Cuma. Ders sonrası camiye gitti. Hutbenin konusu: Kardeşlik… ey Müslümanlar kardeş olun…kin, öfke, nefreti bırakarak kardeş olan, ırka, cinsiyete, şekle ,şemale bakmadan kardeş olun…kardeş olun ki hakkını yemeyin…vebali ağırdır….hoca hutbeyi okusa da aklında hep o bilinmezliğine ait sorular dolanıyordu.
….
Ahmet Hoca pazartesiyi zor etti köyde. Lojmanın karşısında duran birikmiş taşlardaydı gözü her zaman. Hep bir kadın çıkıyor oradan ve Ahmet’e bakıyordu. Uyku tutmuyordu ki gözünü. Yirmi ekiz yıl önceki adı Yaşardı. annesi babası kimdir bu haala bir muamma. Hiç te araştırmamıştı, araştıramamıştı. Yoksa… Diyordu…. arkasını düşünmek bile istemiyordu. Bir gün onları bulacak, Neden beni bıraktınız diyecekti. Kızacaktı. Sorgulayacaktı ama affedecekti onları. öyle düşünüyordu.
Köy dolmuşu, bağajında, ayakları bağlı keçi ve koyunlar.. şapkalı ve şalvarlı amcalar dayılar, yaşmaklarıyla yüzlerini kapatmış teyzeler… beraberce gittiler şehre.
Günlerden pazartesi. İzin almıştı. Çocuk kurumuna gitti.
Prosedürler, protokoller, izinler, kapatılan kapılar. Günlerce uğraştı. Yaşlı bir arşiv görevlisine bir şeyler vererek arşivi açtırabilirmişti.
Ah bu rüşvet! açmayacağı kapı neredeyse yoktu. İnsanları ne hale getirdiler ‘’rüşvet alan da veren de mel’undur, lanetlidir’’ diyordu oysa peygamber. Rüşveti verdikten sonra tövbe üstüne tövbe etti. Elinden bir şey gelmiyordu ki. Başka kim anlar halini. Devlet mi, devlete çalışanlar mı?
Buldular kara kaplı defteri ve silik yazıları:
…..
Adı Yaşar köpeğin bulduğu çocuk.
Köpeğin sahibi Yusuf.
Ana adı Songül. DNA sonucu %100
Baba adı Ali oğlu Hüseyin Adana doğumlu. DNA sonucu %100.
Jandarma tarafından teslim edilmiş günlerce Yusuf Ailesi tarafından bakılmış, yaklaşık iki yıl ziyaret edilmiş. Sahiplenilmek istenmiş, ancak mahkeme kararı ile Adanalı bir aileye evlatlık verilmiş
…….
Ahmet yıkılmıştı. Ayrıldı oradan. Üç gün sonra köye geldi. Bitkindi, yorgundu. Gözleri kan çanağı olmuş ağlamaktan. Gece yarısı taş yığınlarının başında bekledi uzun bir süre. Lojmana gittiğinde yine saatlerce camın kenarında taşları seyrediyordu kendisine bakan annesine göz yaşı döküyordu. Köyün Mezarlığı’ndaki Virane mezarın yerini de biliyordu artık. Geceleri gizlice gidiyor, ağlıyor, okuyor, dertleşiyordu mezardaki annesiyle. Görmediği namus adına canice öldürülen annesiyle.
….
Ahmet Hoca’yı bir gece yarısı Valizleri ile giderken gördüler.
Arkasından neler söylenmedi ki, her gidenin arkasından söylenenler gibi. Kim bilir ki iç dünyanı, yaşadıklarını…..
Köyü sevmemiş.
Psikolojisi bozukmuş…..
Başka yere tayinin çıkmış……
Niye kaçtı ki bir şey mi yaptı yoksa…..
Yok, izinliymiş raporluymuş…..
Hastaymış geri gelecekmiş….
Deliymiş, yoksa koskoca memurluğu bırakır mıydı….
Köylünün derdi başından aşkın. Çocuklarının okula gitmemesinden anlamışlarıdı öğretmenin olmadığını. Aslında bu işlerine de geliyordu. Pamuk toplamaya insan lazım. Çocuk olsun yetişkin olsun fark etmez. Okul olsa ne olur olmasa ne olur. Çocuk okutmak kolay mı. Okuyup ne olacak ki. Okusa nerede iş bulacak. Adam lazım, Torpil lazım. O da bizde yok….
…..
Üç ay sonra mektubu geldi hocanın Yusuf Emmiye:
“Selamünaleyküm emmi.
Merhaba. Emmi, orada geçirdiğim zamanlar en güzel zamanlarımdı önceden. Sonradan ise en acı zamanlarım oldu. Sana nasıl teşekkür etsem bilmiyorum. Neyi nasıl anlatacağımı da İnan bilmiyorum.
Biliyor musun?
Senin uğraşıp alamadığın, hasretinle yanıp tutuştuğum, köpeğinin bulduğu, taşlanarak öldürülen Songül’ün, vurularak öldürülen Hüseyin’i oğluyum ben. Senin Yaşar’ınım. Günlerdir anamın öldürüldüğü taşları seyretmek öyle acıydı ki, bunu anlatamam….”
…
Mektup erken doyuldu köyün her köşesinde. Artık sadece Ahmet Hoca konuşuluyordu. Yirmi altı yıl önceki yaşananlar canlandı tekrar her hafızada. Nefretler söylendi. tütünler içildi çokça. Lanetli Köy olarak biliniyordu zaten. Gelen her hoca da ,çok durmak istemiyordu. Her gelen memur, önyargı ile baktı oraya.
Ah töreler! Neleri yakmadı, yıkmadı. Kimleri yanmadı ki.
Yusuf emmi, bir gün tarlaya giderken, Songül’ün mezarının boş olduğunu gördü. Sevindi. Bunun ne o anlama geldiğini biliyordu. Bir gece yarısı çıkarılıp götürülen mezar Ahmet’in işiydi.
Şimdi Adana’da yan yana yatıyorlardı Songül ve Hüseyin. Başlarında da oğulları Ahmet Yasin okuyordu.
Kaç çocuk böyleydi. Kaç sevenin öbür dünyaya kalırdı kavuşması bilinmez.
….
Uzun süre mektuplaştılar. Okuma yazmayı yarım yamalakta olsa öğrenmişti.
Son mektup eline ulaşmadan öldü Yusuf Emmi. Mektupta daha neler yazıyordu. Ahmet hoca şimdi ne yapıyordu. Yuva kurmuş muydu? Daha başka merak edilenler… Onları da bilen yoktu.
Çünkü iade edildi mektup.
Çok uzun ama çok güzel hikâyeydi gözlerim doldu 😢töre değil cahillik hepsi
Tesekkur ederim. Hayatin gerceginden sadece bir kesit…
Konusu hayatın gerçeklerinden, dili sade ve ve akıcı bir yazıydı. Sonunu hep merak ederek okudum. Emeğinize sağlık,güzel olmuş
Tesekkur ederim Hocam.Saygilar…