Derdime Derman Arar Dururum Öğretmenim

Derdime Derman Arar Dururum Öğretmenim

Yaptığı iyiliğin karşılığını almayı beklerken, yanlış anlaşılması ve ağır bedeller ödemesi yıpratmış olmalı ki, iyilik yapmayın, yardım etmeyin… diyordu. Besle kargayı oysun gözünü derken, kolları havada, hayalindekine odaklanmış, parmaklarıyla gözlerini sökecekti sanki. Genç olduğu her halinden belli olan Ahmet’e, Yaşlı adam, iyilik iyidir ve karşılık beklemeden yapılır. Sen yaptığın iyiliği sorgulama. Her iyilik bir hızırdır. Bulur seni birgün dedi ve  Tülin  Öğretmenin Hikayesini anlattı gençlere… Bu hikayede Tülin Öğretmen, Selma, Bahçet ve Canan da var diye de ekledi.

….

Dinlenmek…Sadece dinlenmek istiyorum…

‘’Deniz iyice coşmuş. Karşısına ne geliyorsa savuruyor. Güçlü olmak farklı olmalı. Meydan okuyor herkese. İzlanda ve Sibirya yüksek basınç alanları buradan geçerken yüksek dalgalar yapardı. Sakinliği bilmezdi ki Karadeniz. Kışın daha da şiddetlenirdi bu hırçınlık. Dalga kıranlara şiddetle çarpan su, iyice gökyüzüne savrulur farklı şekillerde, sessizce düşerdi geldiği yere. İyi bir yükseliş için inmek ve dingin olmak gerekiyordu.

Bütün su zerreciklerinin yapısı aynı ve sonucu da aynı. Teklikten çokluğa, yükselişten, inişe, sonrasında çöküşler ve gidişler. Tıpkı insanlar gibi. Aynı yerden gelip,  aynı yere gidecek olan insanların, hayata savruluşu da, su zerrecikleri gibi parçalı ve farklı değil miydi. Kimi yüreklere çarpar, kimisi taşlara. Kimisi de kendi gibi yüreklerle aynı olur ve engelleri aşar geçerdi. İnsanın çıkışları, inişleri ve gidişleri… ?

İnsan derdini yüce görür ve sadece ben acı çekiyorum zanneder. Oysa her düşünen canlı  dertlenirdi dünyada. Düşünmeyenin ise vardı zaten kamburu. Ne zaman ki başkasının acısı acımızı uyandırırsa, o zaman anlıyorduk çaresize çare olmak gerektiğini. Çok az insan başkasının derdiyle dertlenir olmuştu zaten. Her insan yalnızlığa gömülmüş ve bir kutsal el arıyor aydınlık için. O aydınlığı içinde ve eliyle olacağını anlamak gerekiyordu sadece. Başkasının derdini alanın derdi alınıyordu. Şifacı olanın derdinin şifasını da evren veriyordu. Buna kimileri Tanrı diyor bir başkaları, Evren, Tabiat ya da Allah. Sonuçta iyilik eden iyilik buluyordu. Ve iyilik güzeldi.

Sesler öyle ürkütücüydü ki. Bakışını alamıyordu dalgalardan… Limana demirlemiş balıkçı teknelerinin beşik gibi sallanışlarını görebiliyordu. Ruhu dinleniyordu aslında. Dinliyor ve dinleniyordu. Anasının beşikte sallayışı gibi oluyordu. Ben kendimi bulmalıyım derken, kaybolmadığı yerde insanın kendisini araması ne garip…

Pembe rüyalar…Uzak gerçeklikler…Sakinlik…Ve korkular…

Akşam olmuş, iş çıkışı trafiği aşıp buralara gelmese, sıkıntılarını atamıyordu Behçet. Sıkıntısını da bilen yoktu. Belki de derin bir vicdan azabıydı. Belki de geçmişin kahrıydı, ruhunun üzerindeki bu ağırlıklar. Onun özelini sadece Canan bilirdi. Bel ki de Selma. Ona anlattıysa tabiiki.

İnsan hatalarıyla yüzleşmediği sürece onların altında ezilip duracaktı. İster kanatların olsun, ister yüzgeçlerin farketmiyordu ki.

Bu zamanda her şey çıkar ilişkisi değil mi! Soyut ve somut her şey ticaret alanı içindeydi. Duygular,  düşünceler, sevgiler, hatta aşklar bile bu ticaretin içinde değil miydi. Faydalanma bittiyse her şey bitiyordu. Acımasızca, insafsızca….yardımlarımız karşısında teşekkür almadıysak karşımızdakini kaba düşünmek ticaret değil de neydi ki. Verdiysek mutlaka almalıyız. Oysa vermenin ve yardım etmenin tadını bilseydik beklemezdik belki de hiçbir karşılık.

Behçet, Canan ile -buraya gele gide- iyice arkadaş olmuş, hatta iyice kaynaşmıştı.

Canan, yirmi  yıldır buralardaydı, neler görmedi- duymadı. Neler yaşamadı, nelere şahit olmadı ki. Koklamadığı kusmuk, okşamadığı bıyık, sakal kalmamıştı burada. Önce eğlendirir, sonra yolardı. İşi buydu. Sevgili olmayı ve böyle davranmayı meslek olarak görürdü. Kimseye bağlanmaz ama rolünü iyi yapar, kendisine sulananın yağlarını eritirdi adeta. Bunların içinde kendisine aşık olanlar, kendisi için yuvasını dağıtanlar da oluyordu. Saf duygularla başlayan ilişkiler derinleştikçe çirkefleşiyor ve acımasızlaşıyordu.…

Canan bir çok insan gibi şunu çok iyi biliyordu: Hayattan ne kadar çok şey beklersen, o kadar hayal kırıklığına uğrarsın… Acılar, aşklar, burukluklar, duygusal karışıklıklar, hayaller, heyecanlar, ihanetler, ilk aşklar, kalp kırıklıkları…

Behçet ile de  böyle başlamıştı ilişkisi. Bu meyhane, hayattan, ikisi için de kaçış yeriydi. Belki de kavuşma yeriydi. Dinlemek ve dinlenme yeriydi. Belki de iki ayrı su damlası yok oluşu arıyordu burada.  Ya da bir çay olmayı düşlüyorlardı bir demlikte. Ama düşlemek işte. Kocasını bıraktığında çok büyük sorunlar gibi görmüştü. Aralarındaki sıkıntıları. Ambalaş değilmiş aslolan. Özmüş. O beni gerçekte seviyormuş. Farkına varamamışım dediğinde kaç erkek tarafından kandırılıp hayalleri yıkıldığını hatırlamıyordu bişle… Sadece çook basit meseleler dese de iş işten çoktan geçmişti.

Kaç insan sevginin iyileştirdiğini ve büyüttüğünü biliyordu ki. Uyanınca bitmiyor muydu bütün rüyalar, hayaller…Ha yatınca kapatmışsın gözünü, ha uyanınca kapatmışsın aklının önünü…Özgürlük uğruna neler kaybolmadı benliğimizde. Nasıl bir özgürlükse bu…

Behçet, evli ve 5 çocuk babası. Çocuk yaşlarda gittiği gurbet, kaderi olmuş ve kederlerini buna bağlamıştı. Okumamış ve fırsat dahi bulamamıştı. Gencecik kızı kandırıp, yuva kurdukları zamandan bu güne , on sekiz yıl olmuştu. Bu yıllara  Selma ile beş çocuk sığdırdılar. Zamanla evliliğin sorumluluğunu kaldıramayıp, evini ve çocuklarını yapayalnız bırakmış ve yıllardır gündüz çalıştığını, geceleri bar ve pavyonlarda yer olmuştu.

Eşim ne yapıyor?  Çocuklarım ne yapıyor?  demiyordu zaten. Canan ile 2 yıldır birlikte yaşıyorlardı. Burada gece yarısına kadar içiyor, Canan da başkalarını eğlendiriyor, pavyon kapanınca da birlikte eve gidiyorlardı. Resmi bir evlilik de değildi zaten bu. Çıkar dünyası, zamanın insana verdiği değer anlayışı… Başkalarına veremedikleri veya başkalarından göremedikleri sevgi veya saygı arayışı tek mücadele.

Bir mezartaşı sözünü hatırladı: Bahçet: bütün yorgunluğunun sebebi saklıydı burada sanki

‘’Yapana yapılır; yıkan yıkılır Evlat !’’ yıkan yıkılır….yıkılır…

Yıktığı yuva, öyle veya böyle kendini huzursuz ediyordu. Farkında olmasa da kendi yuvasını yıkmıştı. Yaptığı tek şey, eşek gibi çalışmak ve onun ücretiyle içmek. Unutmak, unutabilmek…Mümkün mü?

Yorgundu insan. Arkadaşlıklar, dostluklar, sevgiler, asklar…dinlenmek içindi her şey. Ama her başlangıç daha fazla yoruyordu. Kuytu bir yer bulmak imkansızdı. Yüreğine kaçabilen dinleniyordu belki. İnsana kaçabilenler yoruluyordu. Behçet ve Canan dinlenmek için birbirlerine kaçsa da daha fazla yoruldukları, alkol ve sigarada kendini gösteriyordu. Ve gittikçe sessizleşiyorlardı.

Bir Yarim var : Ana mı , Evlat mı ?

-Ooff. Çok yoruldum ! Sanki ağıla koyun sokuyorlar. Kırk beş  çocuğu koymuşlar bir sınıfa. Onlarla mı, hastalıkla mı uğraşayım. Gerçi uğraşmayacaksan, neden öğretmen oldun kız! Yoksa bu projeden vaz mı geçseydim. Bu da çok yoruyor beni. Sen de Tülin sanki yeni iyilik derdindesin. Yıllardı yapıyorsun ve yapacaksın. Çünkü sen iyilik yapmak için yaratıldın. Amaann. Yap bir kahve de keyfini çıkar eve gelmenin. Sen de abarttın sanki biraz.

Kendi kendine konuşurdu böyle okul çıkışı eve geldiğinde. Kahvesini yaptı, balkona geçti. Telefona yüklediği özel müzikleri çaldı. Severdi türküyü. Neşet , bozlak söyledi. Musa, yüreğinden haykırdı türküleri. Ve daha kaç parça çaldı bilmiyor. Dalmış gitmiş uzaklara…

-Anneee! Ne giyeyim yarına, karar veremedim!

Kızının sesine irkildi. İki kolu kıyafetlerle dolu kızını görünce.

-İçim geçmiş! Neyi istiyorsan onu giy kızım!

Bu sözlerden sonra anne kız bir anlık göz göze geldi. Kız annesinin uzun sure kötü bir hastalıkla mücadele ettiğini biliyordu. Bugün hastaneye gittiğini de biliyordu. Böyle bir durumda sorduğu sorunun saçma olduğunu anladı. Attı kolundakileri yere annesine koştu ve sıkı sıkı  sarıldı.

Yeni  nesil, sarılmayı unutmuştu çoktan. Kendi dünyaları vardı. Ve herkesten kendilerini önemli görürdüler. Duyarsızlaşırdı, çevresindeki her olgu ve olaya. Kendilerini uçsuz bucaksız bir evren gibi görürken nerden geldiklerini unutmuş olurlardı. Ama evrenin küçük bir sarsıntısında viraneye dönüyorlardı. Bizim büyüklerimiz var demedikleri gibi kuyruklarını da dit tutarlardı. Oysa ne kadar ihtiyaçları vardı anne ve babalarının kendilerine.  Sarılmaları, sevgi ve saygı duymalarına öyle ihtiyaçları oluyordu ki çocukların ve büyüklerin.  Her şey yorarken bu dinlendirebilirdi sadece. Ancak bu nesil görselliği tecrübeye tercih etmiş ve soyut bir dünya oluşturmuştu.

Bu defa öyle olmadı.

Sanki yıllardır görüşmemiş gibi sarıldılar uzun süre….

-Seni seviyorum anne!

Gözlerinden yaş akarken, annesi demek istediklerini çok iyi anlamıştı. Ana yüreği işte. Yüreğine taş basar acısınıda özlemini de hissettirmez.

-İyiyim kara kuzum. Seni başgöz etmeden, hatta  çocuklarına patik örmeden gider miyim. Deli miyim  ben. Üstelik insana verilen her şey güzelliktir. Velev ki bu hastalık da olsa. Yoksa bu cadı böyle tatlı tatlı sarılır mıydı…

-Amaan anne!

İlaçtı sarılmak. Sevginin ve saygının iyileştirmediği yara olmazdı ki. Hayatta iken sevdiklerine sarılmayanların, mezar taşlarına sarılmaları, yüreğin ateşini söndürmeyeceğini ikisi de biliyordu. Yaşarken, kör gözün gördüklerini, görebilmekti erdem. Kel olanın kelliğie saç olabilmekti sevgi. Yolu olmayana yol açabilmekti. Umuttu, umut verebilmekti sevgi ve saygı. Onun için sarıldılar uzun süre.

Anne kızın sarılmasını görünce, sıcaktan atletle gezen Hakan Bey takılmadan duramadı.

-Ateşiniz evi ısıttı kızlar. Kombiyi kapatmanın zamanı geldi sanırım.

-Ama baba ben üşüyorum. Tam kapatma.

-Kızım, haşlayacak mısın bizi. Kış geldi diye de 50 derecede kombi yanmaz ki!

Gece bitmiş, yeni günü selamlamıştı yeryüzünün ve gökyüzünün ahalisi. Her canlı üzerine düşen görevi yapmak için, nöbet değişimi oluyordu. Kuşların cıvıltısı buna  şahitti. Hayat diyorduk ya buna.

Hiçbir insan veya canlı bir boşluğu doldurmak için değildi. Her canlının bir görevi var ve onu yapıyordu. Bunları yaparken de bazıları rollerine öyle kaptırıyorlardı ki kendilerini, Tanrıyız zannedebiliyorlardı. İyilik sana sunulan bir güzellik. Sen yapmadın. İyilik yapmana fırsat tanındı. Ne mutlu sana ki sen bunu güzel değerlendirdin. Hastalık da dert değil, senin ve çevrenin değer anlaması için bir nimet. Sonuçta bu dünya istasyonunda kalacağımız zaman belli diye düşünüyordu hazırlanırken Tülin.

-‘’Kızım fazla yağıyor. Kalın giyin. Şemsiyeni de unutma. Baban seni okula bırakacak. Bek çıktım’’ dediğinde kapı kapanmıştı bile.

Öğretmen olabilmek güzeldi ve çok özeldi.

Nöbetçiydi bugün. Geceleyin, sancılarından çok ta uyuyamamıştı. Biraz da uykusuzdu. Arabayla giderken, silecekler yağmurun şiddetine yetişmiyordu. Yavaş gitti. Kaldırımlarda işine ve okuluna giden insanlar ve şemsiyeli çocuklar ve yanlarında ebeveynler. Yollar derya olmuş. Kaldırım yenilenmesinden şehirlerin alt yapısına sıra hiç gelmezdi zaten. Her yağmurda klasik şehir manzarası bu.

Okulun köşeye geldiğinde birkaç kez durdurdu arabayı. Şaşkın tavuklar gibiydi insanlar. Beyinleri o kadar çok meşgul eden unsur var ki artık bu zamanda. Uyumak bile lüks olabiliyordu. Dalgın olduklarını gördüğü için dikkatli kullandı arabayı. Uygun bir yer buldu ve park etti. Şemsiyesini açtı. Hızlıca okula gidiyordu ki ne görsün. Okulun bahçesi lağım sularıyla dolmuş. Böyle bir manzara her yağmurda olurdu ama bu kadar su yükselmezdi. Ayaklarım ıslanmasın diyerek hızlıca arabaya gitti ve iki poşet alıp ayaklarına geçirdi. Pratik zeka burada da işine yaramıştı.

Okula girer girmez:

-Hocam kargonuz geldi. Dün siz gidince getirdiler. Bende sakladım bir şey olmasın diye..

-Teşekkür ederim. Sonra ilgilenecem. Çocukları sınıflara alalım önce.

Güzel bir projeydi bu. İhtiyacı olan insanlar gizlice yazıyor veya söylüyor. Evindeki fazla olanı da getiriyor buraya. Bir başkasının yararlanması için. Hepsi reklamsız yapılıyor. İhtiyacı olan ihtiyacına ulaşabiliyordu. Fotoğraflar çekilmeden, haber yapılmadan oluyordu. Onurları incitilmiyor kimsenin. Ve yardım eden kişi biliyor ki bu yardımı doğru yere gidiyor. Onun için gönlü gayet rahattı yardım edenlerin.

Bu işlerde güven çok önemliydi. İnsanların yardım duygularını harcayanlar, inançlarını kullananlar, siyasi rant peşinde koşanlar….

Gün sorunlarla başlasa da, mesleğini sevdiği için sorunları çözmek  ağır gelmiyordu. Diğer taraftan sınıfa erken girmeyi de çok istiyordu bugün. Çocuklara bir soru sormuş ve onun cevaplarını merak ediyordu. Belki bir sihirli dokunuş olacaktı kendine veya başkasına. Farklı olmak olabilmek herkesin işi değil elbet. Ama seviyordu farklılıkları.

İyilik güzeldi. İnsana, insanlığa, doğaya ve doğada yaşayan herşeye iyilik yapmak erdemli olanların işiydi. Büyükleri öğretmişti. Tam hatırlamasa da ilk okul birinci sınıf veya öncesiydi.

-‘’Bak evladım. İleride okuyacan. Büyük insan olacaksın. Her zaman iyilik yap. İyi olursun. İyilik yapan iyilik bulur torunum’’ demişti. Rahmetli dedesi onu severken.

Sınıfa girer girmez, ayrı ağızlardan defaatle duydu:

Öğretmenim. Ödevimize bakmayacakmısın!

-Ödevimiz vardı Öğretmenim!

-ben ödevimi yaptım Öğretmenim !

Klasik öğrenci davranışları. Ödevler yapılmışsa ağızlar kapalı durmaz, yapılmamışsa genel durum uyku modudur. Ödev olarak sorduğu ve istediği ilginç veya farklı cevabı arıyordu aslında. Güzel cevaplar da çıkmıştı. Bu cevaplara bakarak olay ve olguların derinliğine inecek, hayal dünyalarına bakacak, belki de ona göre bir ukde-hedef belirleyecekti. Geleceğin sosyologları, asronotları bilim insanları hayal ederken, bir cevap yüreğini kilitledi ve kaldı orada.

-‘’Soba ve Galatasaray topu almak istiyorum öğretmenim’’

Mevsim kış. Yüksekler beyaz örtüsünü çekmiş. Rakımı aşağıda olan yerler yağmurlu. Her yer soğuk. Öğretmen bir ödev veriyor: Eğer size bir sihirli güç verilse ve denilse: sadece iki isteğin var ve bu olacak. Nelerin olmasını isterdin? Sorusuna Alinin verdiği cevap: ’’Evimize soba ve kendime top almak isterdim  öğretmenim’’ bütün öğrencilerin cevabını okudu.

-Uzaya gitmek ve uçak kullanmak isterdim!

-Uçan halımın olmasını ve onunla köye gitmeyi isterdim.

– İstanbul köprüsünü görmek ve orada selfi çekinmek isterdim.

– Bahçeli evimin olmasını ve orada hayvanlarımın olmasını isterdim.

-Yaz gelsin ve dondurma yemeyi isterdim

-Sobamızın ve Galatasaray topumun olmasını isterdim. İste bu cevap kilitledi Tülin öğretmeni.

Gün boyu farklı farklı sorular oluştu beyninde. Alinin küçük beyninde büyük beyinlerin düşünemeyeceği istek vardı. Sobamızın olmasını istiyorum…sobamızın…soba….

Garip bir dünyaydı burası. Bir çocuk en son model telefon hayali kuruyordu diğeri evinde sıcak soba olması hayalini. Bir bacağı kesilen insan, diğer yandan ayakkabı modelini beğenmeyen insan. Bir yandan kaloriferli ev olmadığı için kocasına evi dar eden kadın diğer tarafta kocası bıraktığı için sobası bile olmayan kadın….

Aileyi az da olsa tanıyordu.. Neden öyle bir istek deyince Ali neler anlatmamıştı ki. Evde üşüdüklerini , ısınmak için hep beraber yattıklarını, sobalarının delik olduğunu, evi ısıtmadığını, hatta odunları olmadığını, yağmurun evin her yerine aktığını, ders çalışamadığını, aslında okumak istediğini.… hatta çoğu zaman evde aç olduklarından ve annesinin çok ağlamasından bahsediyordu Ali.

Çocuğun anlattıkları gerçek olmamalı diyordu Tülin.  Sadece bir temenniydi aslında bu. Ama ülkenin genel durumunu düşününce, bu çok da farklı bir durum değil gibiydi. Okul hemen bitse de kendi gözleriyle görse Ali’nin evini, ailesini…Askerin şafak sayması gibi sayıyordu saatleri:

5 saat kaldı…4 saat..2 saat….

Bugün de bitti. Herkes evine gitmişti. O , gelen kargoları kontrol ediyor, bölüm bölüm yerleştiriyordu. Eline iliştirilen birkaç mektup da vardı. Çocuklar gidince onları okumuştu.

‘’Değerli iyilik öğretmenim,

Yanınıza gelmeye utandım. Yaptıklarını komşularımdan duydum. Hep iyilik öğretmen diyorlardı. Sanırım adınız İyilik olmalı. Birgün sizi ziyaret etmeyi isterim. Ama şuan utanıyorum. Yanınıza gelecek kadar güzel bir kıyafetim yok. Alacak gücümde yok. iki tane de çocuğum var.  Dört ve dokuz yaşlarında. Elinizde benim ve çocuklarımın giyebileceği bir şey var ise, akşam okulun dış kapısına asar mısınız. Karanlık olunca alırım ben……’’

….

‘’Öğretmenim,

Ben Fransa’dan Mehmet……

Oradaki akrabalarım söyledi  iyiliklerinizi. Yapmış olduğunuz çalışmalardan çok etkilendim. Ve hiçbir yerde ben yaptım demiyorsunuz ve kendinizi anlatmıyorsunuz. Kendi reklamını yapanların yardımını da kabul etmiyorsunuz. Haddim olmayarak, Milli Eğitimdeki bir tanıdığımdan adını soyadını aldım. Oranın postanesine adınıza bir miktar para gönderdim. Lütfen kabul ediniz. Allah yolunuzu açık etsin….’’

Gözleri yaşarmıştı. Yapılan güzelliklere mi sevinsin, çaresizliklerin getirdiği acıya mı hüzünlensin. Severek yapıyordu her şeyi ve bu bizi sevindirmeliydi. Çünkü fıtrattı severek yapılan her şey. Velevki hedefine ulaşmasa bile.

Akşam ezanı olunuyordu. Selamet diledi evrende yaşayan her canlıya. O canlıları Yaratandan. Ortamın kararmasını bekliyordu. Bahçe duvarına emanetler bırakacak ve Ali’nin evini ziyaret edecek. Kimse görsün istemiyordu. Sessiz olmalıydı her şey. Büyükler de öyle dememiş miydi: Sırrın ve duanın gizlisi en güzeldi. Toprak tohumu gizli çatlatırdı. Gizli yapılan dua hedefe en yakın olandı.

Hazırladığı poşeti duvara astı. Az ileride olan arabaya gitti ve beklemeye başladı. Amacı, gelen olursa tanımak ve yardımcı olmaktı. Uzun sürmedi zaten beklemesi. iki çocuk ve bir kadın. Kadın önce etrafı  kolaçan etti ve sonra bahçe duvarındaki poşeti gördü. Beklediği poşet oydu. Sevinçleri tarif edilemezdi. Sokak lambasının oluşturduğu loş ışıkta, tam belli olmasa da sevinmenin ve sevindirmenin verdiği huzur ve mutluluk görülüyordu.

Yağmur tekrar başlamış ve gittikçe hızlanıyordu. Alinin sokağına girdiğinde arabasını uzak bir yere park etti. Fırın önünden geçerken, taze ekmek kokusunu alınca iki ekmek aldı. Ucunu yiyerek gidiyordu. En son çocukluğunda iftar zamanı böyle yapmıştı. Tülin Öğretmen, o zamanlar Ali’in yaşındaydı. Ne güzeldi o günler

Doğal olmak, var oluşumuzun özü değil miydi. Kimden ve neden çekinecektik ki. içimiz dışımıza evrildiğinde utanacak bir şeyimiz yoksa neden ‘’el alem ne der Tanrısı’’ sarsın benliğimizi sarsın ve yönlendirsin hayatımızı. Yüreğimizin götürdüğü yer hatta yüreğimizin yaptığı en güzel olmalıydı.

Yatsı ezanı okunurken kapı ziline bastı. Selamet ver bizi Allahım. Ferahlık ver bizlere diye dua ediyordu içinden de. Açılan kapı ve karşısında Ali ve mahcup utangaç, çaresiz bir kadın. Heyecanlı bir şekilde:

-Bu ..buuyrunn hoo hocamm!

Tülin Öğretmen:

-Fazla kalmayacağım. Sokaktan geçiyordum Ali’yi göreyim istedim.

Üzüldüğünü belli etmek istemiyormuş gibi davransa da, karşısındaki annenin gözlerindeki yaşı ve çaresizliği görüyor ve sarılıp birlikte ağlıyorlardı insanlığın haline.

Burası tek katlı eski bir ev. Beton tahta karışımı. Zemin toprak üstü konulan bir yapı. Yere atılan beton yolunmuş , yer yer toprakları gözüküyor. Çatının birçok yerinden yağmurun içeri düştüğünü görebiliyorsunuz. Zemin ıslanmasın diye iki odada, yerde sekiz kap var. Ki yağmur damlaları oraya aksın yer ıslanmasın. Eskimiş iki çekyat ( çekyat denilebiliyorsa) köşede, birinin üzerine çatı aktığı için naylon konulmuş. Hava soğuk. Dumandan göz gözü görmüyor ve herkes öksürüyor. Sobanın yan tarafı delinmiş ve üst demirinin yarısı yok. Eski bir tabak konmuş kapansın diye.. Duman oradan boruya ulaşmadan dışarı çıkıyor. Mutfak olarak kullanılan yerde zemin beton. Eski tahtalardan yapılmış birkaç raf …Ocak yok, dolap yok. Birkaç makarna paketi, bir piknik tüpü, çöpten topladığını öğrendiği yarısı çürümüş sebze poşeti. Yiyecek yok…

Fazla konuşmadı orada. Ali’ye çıkolata almıştı onu verdi. Evden bir insan gibi öyle içten davrandı orada. Sonrada ayrıldı oradan. Gökyüzünden yağmur değil hüzün yağıyordu. Yanakları ıslandı. Yüreği ıslandı. Öğretmen olmak güzeldi. Eğer çocuklarını tanıyabiliyorsan . Ve öğretmen olmak kötüydü. Çocuklarını tanımıyorsan.

Çaresizlik ve yalnızlık zordu. Hele dul isen ve çocukların da var ise çok daha zordu hayat. Günlerce bu durumu düşündü. Ne yapabilirdi. Elinde avucunda yok ki bir şeyler yapsın. Yardım ediyordu. Ama bu daha büyük bir işti. Kadın başına nasıl bu işin içinden çıksın.  Çevresine anlattı. Sonra biraz daha uzaklarına….

Niyetin güzel ise, yapmak istediğin hiçbir şey havada kalmazdı. Öyle öğrenmişti yücelerden. Artık adım atmanın zamanı gelmişti. Birçok şeyler yapılmalıydı Tülin Öğretmene göre:

-Ev sağlıksız. Oradan çıkılacak ve yeni ev bulunacak.

-Evin ihtiyaçları karşılanacak

-Sağlık durumları takip edilecek

-Okulda okuyanlar okulu bırakmayacak ve destek çıkılacak… Daha birçok yapılması gerekenleri not aldı yüreğine. Kağıt kalem ve basını kullanmadı. Evren şahitti. Gökyüzü şahitti her şeye.

Bir el ile olmayacağını biliyordu. Onun iyi niyetine ve düşüncelerine inanan birkaç arkadaşı da  destek verdi. İyilik Öğretmen, iyilik yolunda yalnız kalmayacak ve kalmamalıydı da.

Karanlık Bitip Güneş doğacak mı.  Isınır mı  yüreklerimiz?

Günler geçiyor. Halimi anlayan yok diye söyleniyordu Selma. İş arıyor ama bulamıyordu. Ev sahibi ahır gibi yere de kira istiyor:  ‘’ Ben anlamam. Paran var yok. Ödeyemiyorsan çık. Suriyeliler Allah Allah diyor. Onlar kalır. Üç ay idare ettik, artık paramı ver. Ve kirayı da iki katına çıkarıyorum. Yok dersen çarene bak artık’’…..demişti.  Bilmiyordu ki çocuklara yiyecek alamıyor. Isınmak için çocuklarla birlikte yatıyorlar. Hiçbir şey yok. Yok, yokk….

Öyle bunalmıştı ki, ailesine de gidemiyordu. Babası:

-Kızım sen istedin. Kaçtın tanımadığımız insana. Başkasının çocuklarına ben bakamam! demişti. Nerelere gitsin neler yapsın….Üniversite de okuyan kızı aldığı bursları gönderiyor, oğlu omzunda ayakkabı kasası ayakkabı boyuyordu okul çıkışı. Bazende kıyı köşe ve  çöplerde satmak için kola kutuları topluyordu. Ama yine de aileye yeterli gelmiyordu. Babaları pavyonlarda zevk yapıyordu. Kendini istediği kadar zorlasa da hatasını bulamıyordu. Neden bunlar başına gelmişti. Üzerine düşen her görevi yapmasına rağmen, nasıl bir pavyon kadınını evime getirmiş, bunu kabul etmeyince de beni evden atmıştı. Bu nasıl bir adalet dese de yapacak , sorgulayacak gücü kalmamıştı Selma’nın.

Geçen gün Öğretmeninin yanına gitmiş artık tıkandım. Ne olur yardım et…..ağlayarak konuşmuştu.

Tıkanmışssa yolları açmak için elbette mücadele edenler vardı. Ama olmuyordu birden her şey. Sabırla olgunlaşır meyveler ve vardır her vahşi çiçekte gurur diye boşuna dememişti şair… beklemeliydi güzellikler. Olgunlaşması için. Aydınlanması için yeryüzünün. Yürekleri ısındıracak güneş elbette doğacaktı. Beklemek gerekiyordu demişti Tülin Öğretmen.

-Buğun hava çok güzel kızım. Kış mevsimi değil sanki bahardan bir gün. Akşama misafirler gelecek. Bana yardım et. Evi temizleyelim. Storları da kaldır eve güneş girsin..

-Tamam anne .

Tülin Öğretmen başlamıştı bile işe. O uyusun biraz daha diye düşündü. Analık işte. Evi havalandırmak için pencereleri de açtı. Hafta sonuydu. Kahvaltın sonrası balkondan başlarım temizliğe diyerek oranın kapısını açtı. Ve bir sürpriz:

İki göz kendine bakıyor. Öyle tatlı ki. Bembeyaz. Kaçmıyor. Gitmiyor. Hava güzel.

-Kuzuum. Senin ne işin var burada. Evin ocağın yok mu. Karnın mı aç. Susadın mı. ….

Sanki kur yapıyordu ona. Elini uzattı ve eline geldi. Sevdi okşadı bir süre.

-Gitmemesi garip dedi.

Yiyecek ve içek bıraktı önüne. Gider birazdan diye düşündü. Ev halknı uyandırdı. Ailece güzel bir Pazar kahvaltısı yapıldı. Yapılması gerekenler konuşuldu. O sırada az önce sofradan ayrılan, evin küçüğü elinde bir güzellikle.

-Annee! Bak, balkonda ne buldum!

Doğal hayata alışmış olan bir kumrunun apartman hayatını özleyeceği düşünülemezdi elbet. Doğu kültüründe kumrunun yeri farklıydı. Mistik anlayışımızda, kumrunun bir yeri yurt edinmesi bereketi sağlığı işaret ediyordu. Sıkıntı ve hastalıklardan kurtulmak anlamına gelir diye okumuştu Tülin Öğretmen. Garip ama bir gerçek vardı. Peygamberi de mağarada koruyan bir kumru değil miydi. (Kumruya halk arasında güvercin de denilmektedir) .

Yoğun bir gün oldu. Misafirler geldi. Yemekler yendi. Çaylar içildi.

Öğretmen misafirleriyle ilgilense de iç dünyası, Ali ve Onun ailesiyle birlikteydi. Bu kış günü ev bulunmalı. Para bulunmalıydı….

-Tülin!  Sesini özledik. Bir türkü de söyle de içimiz açılsın. Gönlümüz coşsun. Türküleri söyleyecekti. Ama bu defa ücretli söyleyecekti.

Umut dedi önce.  Sonra Ali’m dedi. Ve başkaları geldi arka arkaya.

‘’Her geçen gün bir kayıp, ömür yetmiyor

Umut yoksulun ekmeği

Umut sevenin dileği

İnsanın hayallerle tasarlanmış geleceği

Tasarlamış geleceği, tasarlamış geleceği of, of, of….’’

Tülin Öğretmeninin Türküleri söylerken duygulandığını herkes görüyordu. Ali’nin yaşadıklarını anlattı. Sonra bir türkü . bir türkü daha derken ileri saatlere kadar söyledi. Ve cebinden 1000 tl çıkarttı. Bu Ali için dedi ve gönlünüzden ne kopuyorsa ,beyler bayanlar… dediğinde herkesin istekli olduğunu görmek çok güzeldi.

Misafirler yolcu edilmişti. Selma’yı aradı:

-Selmacım! Yarın arkadaşlarını da al. Kiralık ev bakın.

-Ama hocam paramız yok ki!

-Sen evi bul. Orası bende!

Gece güzel uyudu herkes.

Selma ve arkadaşları beş gündür ev arıyor. Ev bulunup anlaşma yapılıyor, ancak dul olduğunu öğrenen ev sahipleri bir bahaneyle evi vermekten vaz geçiyorlardı. Bazıları da farklı amaçlarla evi vermek istiyordu. Niyetleri kötüydü.

Yedinci gün hafta sonuydu. Öğretmen de bu defa ev aramaya başlamıştı. Dört ekip mahallede ev arıyordu.  Sonunda bir ev bulundu ama evin sahibi yine vermek istemiyordu dul olduğu için. Tülin Öğretmen kendi adına tuttu evi ve sözleşmeyi imzaladı. Ve altı aylık kirasını da peşin verdi ev sahibi itiraz etmesin diye. Gece yarısı toplandı on kadın evi taşıdı.

Çok farklı bir geceydi bu. Kadın dayanışmasının en anlamlı hallerinden birisi yaşandı. Aslında çok sevmezdi kadınlar birbirlerini. Ama Tülin Öğretmen birleştirmişti onları. Anlamlı bir iş içindi. Ve böyle olması gerekiyordu belki de.

Erkeklerin de görevlerini almış kadınlardı bunlar. Birisi kocasının kamyonetini almış bir diğeri eşinin tamir çantasını kapmış gelmişti. Bir diğeri ağzında cıgara:

-Gız uzat şu şu kanepenin oradaki kornişi diyordu.

Var olan malzemelerin kullanılır olanları eve taşınmıştı ama. Dolap ocak yatak hatta perdeler ve yeterli mutfak ekipmanı yoktu. Olsa ne olacak yiyecek de yoktu.

Öğretmen bir ekip kurdu. Yardım toplama ekibi ve alış veriş ekibi. Selma’yı o gün başka yere gönderdiler. Evi güzelce döşedikten sonra çağırdılar ve olanlar oldu orada. Selma eve gelince bayıldı. Oysa süprizler yapılıp kadıncağız sevindirilecekti. Ambulans geldi ve uzun süre hastanedeler. Tahliller, serumlar… … kötü bir şey yoktu. Bu bayılma bir şok geçirmeydi. Sevinçten mutluluktan insan şok geçirir mi demeyin.

Her şey bitince kahveleri de Tülin Öğretmen yaptı bugün. İçildi, konuşuldu, konuşulması gereken her şey. Yıldızlar kaybolmadan ayrıldılar. Yüreklere ve ufuklara yıldızlar koyarak….

Dünyanın derdi bitse İnsanın derdi bitmiyor ki.

Ali okula çok farklı gelmişti o gün. Topunu gösterecek ve gece sıcaktan üstündeki kazağı çıkardığını öğretmenine anlatacaktı.  Bütün bunların sebebini öğretmeni olduğunu annesi söylemişti kulağına. Ona teşekkür edecekti.

Okula geldiğinde öğretmeni gelmedi. Sebebini bilinmese de o gün başka biri geldi derslerine. Bu durumu annesine söyleyecekti eve gidince.  Ama  annesi evde de yoktu. Sadece ablası vardı. Küçük bünyesi anlayamıyordu bunları.

-Abla neler oluyor. Annem nerde. Öğretmenim de gelmedi bugün.

-Korkulacak bişey yok Aliciim. Öğretmenin hastaneye gitmiş, annem de onu ziyarete gitmiş.

…..

Saatler oldu. Uyanmadı. Ağır bir amaliyat geçirmişti. Çok yorduk seni hocam. Hakkını helal et diyordu Selma. Ağlamaktan gözleri şişmişti. Allahtan ümit kesilmez demişti doktor. Dualar gözyaşlarıyla süslendi 5 gün boyunca. Doktor gülerek çıktı karşılarına. Yüreklerine kumrular bıraktı. Hastamız kurtuldu. Ve hiçbir olumsuz etkisi de kalmadı. Yormamak şartıyla odasına gidebilişiniz. Birazdan tam uyandırılacak demişti.

Bayram yaşanıyordu. Selma evinini çocuklarını çoktan unutmuştu. Dünya neydi ki. Vefa yoksa neyin anlamı vardı. Evlat,  eş neydi .  acını hüznünü sevince çevirmiyorsa, yalnızlığını almıyorsa, dinlemiyor ve dinlendirmiyorsa….

Uyanıyor her şey…

Göz kapakları oynamaya başladı. Açıyor. Gözlerini açıyor deyince Selma hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Önce etrafa baktı. Ortamı tanımaya çalıştı. Burası neresi. Ben nerdeyim noldu bana.. Selma senin yanımda ne işin var. Çocuklar nerde derken, meraklı sorular sonunda:

Bir anda yere düştün. Kimse bir şey anlayamadı. Ama şükür artık hiçbir şeyin yok muş. Amaliyatın da güzel geçmiş dediğinde yavaş yavaş hatırlamaya çalışsa da en son gözlerinin karardığını hatırlıyordu. Üzerinden tam 5 gün geçmişti..

Allah sağlık versin yeter ki. O bunaltmaz ise kim bunaltabilir Kulu. O verirse sağlığı kim hasta yapabilir ki.

Selma’nın bütün sıkıntıları gitmişti. Artık evinde yiyecekleri var. Çocukları gülüyor ve evi sıcaktı. Ve 3 yıllık kirası da verilmişti. Zaten 2 yıl sonra kızı hemşire olacaktı.

Kocası pişman olmuş, Canan ile kıskançlık krizine girmiş basit yaralamadan hapse girmişti. Ve orada öyle uyanmıştı ki pişmanlıkları ayyuka çıksa da Selma yaşadıklarını unutamıyordu. Geri döndüğünde kabul edilmemişti.

Öğretmenin kötü hastalığından eser kalmamıştı. Unutmuştu yıllarca yaşadığı sıkıntıları. Bir yüce söz okundu kulağına. Kim bir kulumun bir sıkıntısını giderirse, ben de onun on sıkıntısını gideririm diyordu Yaratan. Bu söz ısıtmıştı yüreğinin bütün dehlizlerini….

Canan, küçük bir kaza geçirmiş ve sakat kalmıştı.

Güneş çoktan doğmuş. Yeryüzü ısınmıştı. Tepelerde gözüken karlar da erimişti. Bahar geliyordu. Tarlalarda yeşeren otlar, kırlangıçların gelişi, insanların rengarenk giyimi yeni doğumların habercileriydi. Oturmuşlar eski günleri yad ederken, İyilik öğretmenin annesi bir rüya anlatıyordu:

Zaman aleyhimizde, vakit geçiyor öyle sanıyoruz. Her şey yüceden pilanlı. Sen iyi rollere odakla kendini.

Sen havale geçiriyorsun sanki kızım. Altı aylıktın. Ses yok nefes yok. Kilitlenmişsin beşiğinde. Baygınsın. Evde kimse yok. Ne yapacağımı bilmiyorum. Aldım kucağıma çıktım sokağa. Kimse yok. Telefon yok. Araba yok. Bağırıyorum. Kızım ölüyor diye, duyan yok. Ne kadar ağladım koştum etrafa çare için bilmiyorum. Bir ihtiyar belirdi birden.  Aldı seni kucağımdan. Üstünü açtı, ağzını açtı bir şeyler yaptı ve ağlamaya başladın. Şunları bunları yap. Birden kayboldu ihtiyar. Ne kadar etrafa baktıysam göremedim bulamadım onu. Sen amaliyattayken aynı ihtiyar teyzene gidiyor. Üzülme. O iyileşecek ve düzelecek diyor. Ve onun da yanından uzaklaşıyor.

Teyzene nasıldı o ihtiyar dedim. Benim küçükken gördüğümü tarif etti. O İhtiyar, sen küçükken havale geçirdiğinde senin ölümünü engelleyen ihtiyardı kızım… ‘’

….

Hikaye uzayıp gidiyor gençler. Benim kalkmam gerekiyor.

Ezan okunurken, son cümlelerini giderken söylüyordu

Gençler!

Hayat Hızırlarla doludur.  Sizin arama yeriniz önemli.

Hızırları yüreğinizde arayın. Birbirinizin Hızırı olun.  İyi niyetlere saf yüreklere Hızır gelir. Ve ticaret yapmıyorsunuz. Yaptığınız iyiliği hiçbir zaman dile getirmeyin. Çünkü İyilik iyidir. İyilik yapan iyilik bulur.

 

Şu Yazıya da Bakabilirsiniz

Biz Tüp Bebek Yaptırmak İstiyoruz!

Biz Tüp Bebek Yaptırmak İstiyoruz!

 Sonbahar kendini iyice belli ediyor. Karşıki ormanın ağaçlarının yapraklarının çoğu dökülmüş, geri kalanlar kahverenginden, sarıya …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir