Kara Sineğin Gösterdiği Yol / Gizem!
Ne tatlı uyuyordu. Aşkla sevgiyle baktı, kapıyı açınca uzaktan sevdiceğine.
Kolay mı?
Otuz yılı beraber geçirmişlerdi. Bu eve gelin geldiğinde, çocuk gibiydi.
Kocasına hayran hayran bakarken neler geçmedi ki aklından. Kocası onun, her şeyi olmuştu geçen süreçte. O arkadaştı, dosttu, ana-baba şefkatliydi, sevgilisiydi… Eş demek ayrıydı onun için. ”Canım derdi. O da, O’na ”canım derdi hep. İki beden bir can. Derin bir iç çekti. Sevgi ile saygı ile aşk ile karışık. Geç kalıyorum dedi kendi kendine. Yavaşça kapattı odanın kapısını. Ahırdaki hayvanların karnını doyurmak için, evden çıktı Hüsne Hanım.
Yaz son çırpınışlarını yaparken, rüzgâr, yer yer, yaşlanan yaprakları, pencereye doğru uçuruyordu.
Harman eriği, çakıl elma, bal armut, patlıcan incir, fındık ağaçları ve başlarında bekçi misali duran, büyük çetin ceviz. Sonbaharın yüzü görününce, yapraklar dökülmeye başlamıştı. Yaprakla, iç içe, farklı bir ton oluşturuyordu. Yerlerde ve yukarılarda renk renk desenler. Hangi sanatçı böyle güzel bir tablo yapabilirdi ki.
Gürül gürül akan Keş Deresi’nin nameli sesi ne hoş geliyordu buraya uzaktan. Yakından ise ürkütücü ve korkutucuydu. Ne Canlar aldı, ne mallar götürdü Karadeniz’e bu ırmak…
….
Aman Allah’ım neler oluyor!
Gök nasılda karardı birden. Siyah yağmur bulutları kapladı maviliği. Rüzgâr hızlı başlandı esmeye. Alışıldık değil bu. Yerlerdeki yapraklar uçuyordu havada. Kuşlar yuvalarına korku ile gidiyor seslerin ürkütücülüğünden. Kâğıt ve poşet atıkları yaprakların güzelliğini bozuyordu ağaçlarda. Yerlerde ne varsa şimdi gökyüzünde. Ağaçlar yerlerinden sökülecek sanki. Fırtınaya direnen ağaçların uğultuları, köpeklerin uluması seslerine karışıyordu. Kulakları sağır eden bir gök gürültüsü. Gök Koptu mu yerinden. Arkasından şimşek çaktı. Ceviz ağacından dumanlar yükseldi. Yıldırıma nasıl dayansın ceviz ağacı. Kütür kütür yanıyordu şimdi. Az önce duran ağaç sanki yokmuş gibi. Rüzgâr yanma hızını artırıyordu sadece. Bunları biz nasıl söndüreğiz. Arka arkaya gelen gök gürültüleri, bardaktan boşanırcasına değil; baraj kapakları açılmışçasına bıraktı yağmuru bulutlar. Fırtına ne varsa götürüyor. Ağaçlar söküldü yerinden. Sanki yer ile hiç bağlantısı yokmuş gibi. Aman Allahım! Yukarılardan gelen sular nasılda bu kadar kısa surede ürkütücü hale geldi.. Çamur gibi rengi. Ne varsa önünde alıp geliyor.
Ağaçlar…Evler…Hayvanlar…İnsanlar… Karşılarda devamlı heyelan oluyor. Buraya da geliyor heyalan toprağı. Evlerin içlerine doldu çamurlu sular, taşlar, ağaçlar insan ve hayvan cesetleri. Korkınç fir fırtına…Çocukları yaşlılar tutuyor üçmasınlar diye. Onları diğerleri. Ağlıyor her şey.
Karaağaç Tepesi koptu yerinden geliyor köyün üstüne. Allah’ım bütün köy toprak altında kalacak. Hayvanlar, çocuklar, eşler, analar, babalar ve her şey toprağa mı gömülecek. Kim kurtaracak bizi. Nasıl kurtulacağız. Kıyamet mi koptu yoksa. Saklanacak yer yok.
Bir traktörü götürüyor sular. Ev yerinden kaymaya başladı. Her yerden Ağlamalar, inlemeler, yalvarmalar, dualar… hepsi iç içe…
…Ve bir kefen. İçindeyim. Ellerim arkadan bağlı. Ağzım bağlı. Ayaklarım bağlı. Üzerimde kara bir sinek. Çoğalıyor bu kara sinekler. Sinekler yavaş yavaş yiyor beni. Ben ölmedim ki. Büyük büyük bu sinekler…Daha önce görmediğim bu sinekleri, neden kimse almıyor yanımdan. Kimse yok mu. Kurtarın beni. Ölmedim ben. Hissediyorum. kimse duymuyor mu sesimi. Neden. Neden kimse yok. Herkes mi öldü. Allah’ım yardım et. Ölmedim ben. Kurtar beni bu kara sineklerden. Bu acıya nasıl dayanılır. Göz göre göre kıyameti mi yaşayacağım. Of ooof! Dualara dilim de dönmüyor. Acıdan, sıkıntıdan çatlayacağım şimdi. Ne olursun bana bunları yaşatma. Canımı al Allah’ım. Çaresizlik ne acı. Diri diri gömüldüm mü ben. İmdaat!. Herkes Öldü mü. Neden sesler duyulmuyor şimdi. Niye sessizlik var şimdi. Fırtına ne oldu. Her şey toprağın altında mı şimdi. Ama neden sadece ben kefenli. Neden kimseler duymuyor sesimi. Kara sinekler neden üzerimde ve etrafta çoğalıyor şimdi. Bir tanesi neden çok büyük. Kimse yok mu. İmdaat. Yardım edin…
…
Ve bir ses: Kapı açıldı.
-Lan herif! Öğlen oldu. Bu saate kadar yatılır mı. kalksana!
Hüsne Hanımın sesiydi bu.
Daha önce, kendisi, ahırla ilgilenirken, O kahvaltıyı hazırlamış olur, karşılıklı birbirlerine baka baka, konuşa konuşa, güne merhaba derlerdi. Eşiyle birlikte yemek yemek, ne kadar güzeldi. Çocuklar şehre gidince, daha bir bağlanmışlardı birbirlerine. Yalnızlık mıydı? Yaşlılık mıydı? Aşk mıydı. Kader miydi bilmiyordu. Alın yazımız böyleymiş. Dünya denilen yer işte diyerek, sessizce konuştu kendisiyle Hüsne Hanım.
Kocasından ses alamayınca, tekrar çağırdı:
-Mazhaaar! kalkmadın mı sen. Duymuyon mu beni.
Ses alamayınca yanına gitti. Yaklaştı. Kocası bembeyazdı. Her taraf ıslanmıştı. Öldü mü yoksa. Korktu. Güvercin ayağı gibi kızardı korkudan eli yüzü. Ürkekçe baktı. Yorganı kaldırdı. Kara bir sinek çıktı yataktan. Kocaman bir şey. Tövbee deyip, geriye çekildi hızlıca. Korkmuştu sinekten. Korku ve heyecandan kalbi fırlayacaktı yerinden sanki. Kanı çekildi damarlarından. Olduğu yere yığıldı. Uzun sürmedi bu hali. Tövbe Bismillah deyip, kalktı yerinden ve eşinin yatağına doğru gitti tekrardan. Elini yavaşça değdirdi ona. Sıcaktı. Nefes alıyordu. Kıyamazdı uyandırmaya aslında. Ama şimdi korkudan salladı onu:
-Mazhar! Lan Mazhaar!
Birkaç defa daha salladı. Uyanmayınca üzerinden yorganı fırlattı yere. Yüksek sesle bağırdı:
-Mazhaaarrr ! Lan Öküzüüümmm!
…
Sarsıntı ve bağırmalar sonunda kocası. Gözlerini açtı. Etrafa baktı kaydırarak gözbebeklerini. Konuşmuyordu. Süzdü, odanın görebildiği yerlerini. Uzun uzun eşine baktı. Kendi ellerine baktı, parmaklarını oynattı. Ayaklarını salladı. Başını pencere tarafına döndürdü. Güneş Karaağaç tepesini aydınlatıyordu. Ceviz ağacında sallanan yaprakları gördü. Armut ağacındaki kuş yuvası yerinde duruyordu. Doğruldu yavaşça:
-Hüsne!
Sesini kendisi bile zor duyuyordu aslında. Aaa! Konuşabiliyordu.
Kocasının bu garip halleri korkuttu kadıncağızı. Onun delirmesinden korktu. Bakışlarını dikti üzerine. Dikkatlice inceliyordu onu. Otuz yıldır görmemiş gibi. Eliyle kontrol etti her yanını. Sağlamsın. Korkutma beni. Mazharım. Gurbanın olayım korkutma beni.
Mazhar:
-Rüyaymış. Hayır, olsun inşallah. Hüvalahüllezi’yi okudu. Sonra Ayet’el Kürsi’yi üç defa okudu. Sol tarafına üfleyip, şeytana, kötülere gelsin, bizlere hayır olsun inşallah dedi. Henüz ayaklarına derman gelmemişti. Kalkmaya çalışsa da kalkamadı. Yanaklarındaki hanımın elini öptü Uzun uzun ve kokladı ciğerlerine kadar…
-Lan Öküz herif! Delirdin mi sen. Elimi niye öpüyon.
-Az daha korkudan, çatlayacaktım Sakar Hüsnem.
İkisi de sevgiden böyle konuşuyorlardı. Yoksa hakaret değildi bunlar. Hüsne Hanım, erkek dana hastasıydı. Yıllarca ineklerinden erkek buzağı olmamıştı. On beş yıl sonra ineği erkek buzağı yapınca, adını ‘Mazhar’ koymuştu. Kocası bunun altında kalır mı? Yeni aldıkları ineğe de, O, Hüsne ismini koymuştu. Birbirlerine böyle cilve yaparlardı. Hayvanların hepsinin isimleri vardı burada. Tavukların, kedilerin, köpeklerin… Evlerinin çatısına yuva yapan kırlangıçlara bile isim koymuşlardı. İsimler sıfatlardan değerliydi. İsimleri değil miydi canlıya değer katan. Onlar için isim vermek için yarış yaparlardı birbirleriyle adeta.
-Hüsne’m, çok kötü bir rüyaydı otuz yıldır bu çevrede, mezarcılık yapıyorum hiç korkmadım. Ne gece ne gündüz. Ne uyur iken, ne uyanık iken. Ne insandan ne hayvandan. Ama şimdi çok korktum bu rüyadan.
Sessizliğinin arkasındaki çığlıkları duyabilse, uyandırmaz mıydı kocasını uykudan. Oysa ne güzel uyuyordu orada. İnsanlar farklı diye düşündü. Gülerken ağlayan, ağlarken gülenlerin olduğu, tezatların iç içe olduğu bir hayat değil miydi bu dünya yaşamı. Ne rüyalardaki çığlıklar duyulabildi, ne kalabalıklardaki yalnızların çığlıkları. Bütün intiharlar yalnızlığın getirdiği cinnet hali değil miydi? Uyku nasıl küçük bir ölüm ise, hayat da bir rüya değil miydi? Böyle düşündü Hüsne Hanım. Evde kimse kötü rüyayı anlatmazdı. Bu defa anlattı Mazhar:
-Kefene sarılıydım. Gözlerim açıktı…
Heyecanlı heyecanlı anlatırken, hızlıca kapı vuruldu. İkisi de ürktü birden. Belki rüyanın etkisiydi bu. Tövbe bismillah. Manevi bir ceza mıydı bu. İnce, tiz bir ses:
-Mazhar Emmiii!
Ses tanıdıktı. Çocuktu. Korku ve telaş, yerini, meraka bıraktı.
-Sabah sabah bu çocuğun burada ne işi var beyim. En yakın ev, on dakika uzaklıktaydı. Açtılar kapıyı.
Mısır püskülü gibi saçlar, gözleri kızarmış ve çepekleri duruyor. Eli yüzü yıkanmamış, yarı uyanık, komşunun çocuğu Cemal idi karşılarında duran.
-Hayır olsun. Buyur Oğlum.
-Amca, Kaymak Osman dayım…dedikten sonra yutkundu çocuk. biraz sessiz kaldı.
-Anlat hele ne olmuş dayına
Hastanede mikrop kapmış dün gece ölmüş. Şimdi hastaneden çıkaracaklarmış. İkindi namazına gömülecekmiş. Tahtalar, bizim evin yanındaki serentinin altında. Dedem, Mazhar amcana söyle mezarını açsın dedi.
Soru sorulamadan çocuk hızlıca gitti geri.
“İnna lillahi ve inna ileyhi raciun”. “Ondan geldik ona döneceğiz” dedi karı koca.
Ah ölüm kara haber ne tez duyuluyor. Sevenlerini yakıyor. Üç beş gün yası tutuluyor ve gün geliyor unutulup gidiyor hiçbir şey olmamış gibi. Ve bir zaman geliyor, mezarına da uğranmıyor. Belki de insanlar ölümden korktuğu için hatırlamak istemiyorlardı ölümü.
Çok mezar açmış, çok ölüm duymuştu. Biraz fazla üzüldü bu defa. Belki de gecenin etkisiydi bu. Belki de komşu olması. Belki de bir çınarın gitmeseydi. Bilemedi.
-Hepimiz gideceğiz hanım. Bir han bu dünya. Ne gelen bitiyor, ne giden. Oysa basit bir soğuk algınlığı için gitmişti hastaneye. On gündür yatıyordu. İyileşmiş demişlerdi. Dönüşü beklenirken, tabutla gelmek. Ne acı. Beklenmeyen ölümler böyle oluyordu her zaman.
Kaymak gibi bir insandı Osman. Odunu kesileceklere balta olur, yükü olanlara ip olurdu. Yardımı dokunmayan ev yok gibiydi. Koskoca köyde, hayvanları en fazla o severdi. Gördüğü kedi, köpek, kuşlara…cebinde taşıdığı ekmeklerden verirdi. Karıncalara ise her zaman şeker götürürdü. İncinir de ama incitmezdi.
-Köpekler kediler öksüz kaldı. Yetim kaldı Hanım. Bak, dinle…
Duyuyor musun?
Köyde köpek ulumaları ne kadar da çoğaldı şimdiden. Anladılar kaymağın öldüğünü. Rüyanın etkisi gitsin diye, kadın biraz daha soru sordu kaymak ile ilgili. O ise bildiği her şeyi anlattı karısına.
Kahvaltıdan sonra Mazhar:
-Akşam görüşürüz. Ben gideyim de mezar yerini hazırlayayım. Sen de hanımının yanına git. Cenaze evi telaşlı olur. Misafir gelir. Bir gıdık ile yemek götür dediğinde kapıdan çıkıyordu.
Yapmaz mıydı Hüsne Hanım. Çevredeki bütün cenaze evlerine gider, imkânı ölçüsünde yemek götürür, oradakilere ikram ederdi. Ölüm bu, bir gün kendilerine de gelecekti sıra. Misafirlerin, evdekilerin doyması lazım. İneklerin sağılması lazım. Ölen ile ölünmüyor ki. Bunların hepsini, komşular yapmalıydı. Komşuluk zor zamanlarda kendini iyice göstermeliydi. Yardımseverlik en güzel boyutuyla yaşanmalıydı. Severek de yapardı her zaman bunları.
Mazhar kazma kürek omuzunda, evler arasından geçerken, kadınların:
-Yazık iyi adamdı.
-Mikroptan mı ölmüş. Bulaşıcı mıymış Mazhaar.
-Yaşlı da değildi öldürdüler mi yoksa Abii.
-Zengin olsa Ankara’ya götürürlerdi. Özele götürürlerdi. Fakirlik ne kötü. Daha nice sorular, konuşmalar sonunda, mezarlığın yanına geldi. Yardımcısı Mehmet de yanındaydı.
Önce abdestini tazeledi. Mezardakiler ve yeni ölen için Yasin okudu. Duasını Mehmet ile beraber yaptılar.
-Allah bizlere de dua okuyanlar nasip etsin. İnşallah amca. İnşallah. Âmin. Âmin.
Ne çok şey öğrenmişti Mazhar amcadan. Mezarları titizlikle kazardı. İşinde düzenli ve dürüsttü. Bu mezara biraz daha özendi. Kazdıkça kazdılar. Taşları bazen kırdılar, bazen söktüler. Derinlik bel hizasını geçmişti. Derinlik yeter dedim. Uzandı, yattı mezarın içine, kontrol etti. Vücuda batan bir yer var mı yok mu diye. İnce kumlar serdi etrafına ve altına. Yastık yerini biraz yükseltti toprakla.
Mehmet iyi dinle!
-Peygamberin evladı İbrahim ölünce, mezarına gitti, içine girdi. Kendi elleriyle düzeltti yavrusunun mezarını. Ölüye saygı duymalı. Ölüye saygı duymayan diriye hiç saygı göstermez. Diriye saygı göstermeyen de ölüye zaten saygı göstermez. Sonuçta ölü de olsa diri de olsa insandır bu. Ana kuzusudur bunlar. Burası kıyamete kadar ölünün evi olacak. İyi insan isen, iyi kul isen, ibadetlerini iyi yapmışsan burası senin sarayın olur. Yoksa kıyamete kadar acı yerin olur, haraben olur. Ruh ölmez. Onun için ölüme hazırlıklı olmalısın. Aman ha! Bu gençliğine güvenmeyesin. Gençlik gül misali hemen solar gider. Ne kokun kalır ne rengin.
Mehmet anlatılanları hep dinlerdi saygı gösterirdi. Zaten, ustası da yüksek telden konuşmaz, bağırmaz, incitmez, yavaş yavaş, tane tane konuşurdu. Mehmet sordu:
-Amca! Neden geçen günkü mezarı daha derin açtık da, bunu bel hizasında açtık.
-Evlat, erkek mezarları bel hizasında kazılır. Kadın mezarları ise göğüs derinliğinde kazılır. Önceki kadın cenazesi idi.
Mazhar sözünü bitirmişti ki, bir kara sinek geldi mezara. Mazhar sineği görünce birden irkildi. Korktu istemsizce. Kendisini gören bunu rahatlıkla anlayabiliyordu. Bu duruma şaşıran Mehmet:
-Amca sen demiştin mezar kazılınca önce sinekler gelir. Larvalarını bırakıp giderler. Ceset erken çürüsün diye. Sen onlara bir şey yapmazdın. Küçük kuşlar bunlar derdin. Şimdi neden korktun
Korku değil çekindim biraz. Bu gece, kara sineklerin rüyasında olduğunu, çok acı çektiğini söyleyemedi. Galiba bu mezar bana nasip olacak diye düşündü içinden. Soğuk soğuk terledi korkudan. Öleceğim hissi böyle acıysa ölümü düşünemiyorum dedi kemdi kendine.
Sinek alnına konuyor, sonra ileride bir dala gidiyordu. Görebileceği bir yere. Bu hareketi tekrar tekrar yaptı kara sinek. Mazhar içkillenmişti. Merak ve korku içinde mezarı bitirdi. Tahtalar hazırdı, kazma kürek orada duruyordu. Mehmet’i cenaze evine gönderdi. Kendisi de sineği izlemeye koyuldu. Bu arada sinekler hakkında bildiklerini düşünmeye başladı. Mezar toprağının üzerinde oturuyordu. Kur’an’da geçiyordu sinek. İnanan insanın imanını, inanmayan insanın küfrünü artırır diyordu Allah, sinek için. Çok çoğalan canlıydı sinek. Çok bakteri taşırdı. kan grubunu da seçebilirdi. Eğer insanı ısırırsa, arkasından orayı uyuşturur, oraya kan akışı devam etmesin diye pıhtılaştırıcı bir madde bırakırdı. Daha neler gelmedi ki aklına sinekler ile ilgili. Fayda ve zararlarına dair. Bunları düşünürken, sinek onu devamlı rahatsız ediyordu. Kızgınlık ile ona vurmaya, hatta onu yakalamaya çalıştı:
-Sen şimdi görürsün. Sen mi, ben mi güçlüyüm. Sen mi akıllı, ben mi akıllıyım. Galiba sen canına susadın derken, etrafına baktı. Kimseler yoktu. Çocukça davranıştı yaptığı. Bunu biliyordu. Sineği yakalamak için bir kovalamaca başladı. Bir ara kendine baktı, sonra yine sineğe baktı. Deliydi sanki. Ben çocuk muyum akıllı mıyım? Bir sineğin peşinde ne işim var. Gören olsa ne der. Kim ne derse desin. Onlara ne benim halim davranışım, diyerek kendi kendine konuşuyordu.
Kararlıydı sineği yakalayacaktı. Sinek hareketliydi. Sinek ilerledikçe, Mazhar da ilerliyordu….Mezarlık ve köy geride kalmıştı. Mısır tarlalarından geçip bir fındık bahçesine gelmişlerdi. Kara sinek önde, Mezarcı arkada. Sineğin bu davranışı bilinçsiz yapması mümkün değildi. Bunu anlamıştı. Çünkü Mazharı hep patika yollardan götürüyordu.
Hırpalanan fındık dallarının, yer yer dökülmüş yaprakları, yerlerde tek tük fındık taneleri, nasibini beklerken, ileride ormanın, renk renk yapraklarla güzel bir sonbahar resmi oluşmuştu. Yerlerin ıslaklığı daha kurumamıştı. İki gün önceki yağmur suyunu, toprak, tam çekmemiş. Anlaşılan doymuştu suya toprak.
Orman kenarına geldiklerinde sinek kayboldu. Nereye çevirdi ise gözünü göremedi. Konuştu. Kızdı kendi kendine.
-Ah deli Mazhar. Ah akılsız Mezarcı. O kadar yolu ne diye bir sineğin peşinde geldin.
Bunları düşünürken, dedektif gözüyle inceledi etrafı. Ağır adımlarla ilerliyordu ormanın içine doğru. Az ileride nüvükleri gördü. En azından bunları toplayayım da, akşama yemek yaparız. boşuna gelmemiş olurum derken, bir köpek hırlaması duydu. Evet…Az ileride bir köpek yatıyordu.
-Bunun burada ne işi var. Allah Allah. Mevlüt’ün köpeği değil mi bu.
Mevlüt on beş gündür evde yoktu. İstanbul’daymış. Yok, gurbete gitmiş. Yok hastaymış. Yok kaybolmuş. Falan filan hiçbir yerde bulunamamıştı. Görende olmamıştı. Bu köpek onun köpeği Duman.
-Hayır, olsun inşallah.
Yaklaştı biraz. Duman, Mazhar yaklaşınca kuyruğunu salladı. Gel der gibi. Bütün canlılar şefkat ve merhameti anlıyordu. İnsandı sadece Merhamet yönünden zayıf olan. Biraz konuştu onunla Mazhar. Sevgi ve merhametin dili olmazdı ki. Konuştukça Duman sakinleşti. Kara sineği çoktan unutmuştu. Dumanın çevresini gözleriyle kolaçan etti.
-Tövbe bismillah! Gördüğüne inanamadı aman Allah’ım! Oy kurbanım….Oyy… Çöktü yere ellerinin arasına başını aldı. Ağladı, ağladı hıçkırarak. Ama gözlerden yaş gelmiyor. Çekilmiş vücudunun bütün kanı ve sıvısı. Hareket edemiyor. Ne yapacak şimdi. Ne etsin bilmiyor.
Sol tarafta bir yılan ölüsü var. Üzerinde kocaman kocaman sinekler. Az ileride Mevlüt. Sağ elinin üzerine koymuş başını, yatıyor. Lakin bu yatış sessizce. Korkusuzca. Bütün korkular dünyada değil mi. Ama bu dünyadan ayrılmış gibi. Tatlı bir rüyada gibi. Gülümsüyor gibi. Üzerinde yamalı pantolon. Önünde çamurlaşmış ceketi. Kıbleye dönük. Galiba namazı kıldıktan sonra uzanmış biraz. Yanında Duman. susuzluktan ve açlıktan dermansız. Ne büyük bir vafa. Ne güzel bir dostluk bu böyle.
Ne kadar baktı oraya bilmiyordu. Konuşsa cevap gelmeyeceğini de biliyordu. Aradı aranması gereken yerleri. Tuşlu telefonuyla.
Ah bu kara haber yok mu? Kötü haber ne kadar da erken yayılıyor. Uzun sürmedi. Yüzlerce insan, jandarma ve doktor orada. Savcı beklendi. Geldi. İncelendi çevre. Getirilen bir battaniyeye sarılarak, götürdüler hastaneye. Kırk yılında biriktirdiği ile değil. kimden geldiği bilinmeyen bir battaniye ile. Onu ise karakola götürdüler.
…
Mazhar’ın ifadesi alınıyordu. Nasıl oldu nereden biliyordun orada olduğunu. Sen mi öldürdün. Kim öldürdü. Aranızda bir sorun var mıydı? Daha nice sorular…
…
Verdiği ifadeleri Kendisi bile hatırlamıyordu aslında. Üç gün sonra nezaretten ayrılırken yan taraftaki konuşmaları duydu. Yaklaşık on beş gün önce ölmüş kalp krizinden. Vücudunda hiçbir şekilde darp izi, zehirlenme bulgusu yok.
Karakolda şüpheli olarak kaldı. Otopsi sonuçları gelince suçsuz olduğu anlaşılınca bıraktılar onu.
Geldiğinde köye, önce kaymağın evine gitti başsağlığına. Sonra Mevlüt’ün evine gitti. Kendisine geçmiş olsunlar geldi ağızlardan.
Neler duymadı ki onlardan.
Duman, onu korumuş. Yılan sokmaya gelirken sinekler yılanı öldürmüş. Kimseler yaklaşamamış önce oraya. Okumuşlar üflemişler. Öyle yaklaşmışlar.
Evliya gibi bir adamdı zaten kendisi. Başından geçenlere inanamıyordu Mazhar.
-Ah bu sinekler Allah’ın habercileri, inananın imanı, inanmayanın küfrünü artıran sinekler…
Ah Mevlüt! Hayatı çalışma ile geçmiş. Fakirlik değildi ayıp olan. Çalışmamaktı. Dört yetim çocuk geride kalan. Parası olsa daha önce kalbine baktırmaz mıydı?
Mevlüt’ün abisi Hüseyin:
-Mazhar emmi giden gitti. Cenaze yarın otopsiden gelecek Sen mezarı aç da, yarın son görevimizi yapalım.
Mazhar:
-Hüseyin! Son görev o değildir. Bu senin kardeşin. Senin görevin o yetimleri okutmak, onlara sahip çıkmak. Eğer bunları yapmazsan, vazifeni de yapmamış olursun. Ben Mehmet’e söylerim mezarı o kazar.
Gece yatağına giderken bir rüya ile uyanmak, rüya gibi geçen iki cenaze ve beş gün. Acaba, uyanmak ve uyanamamak, hangisi nasip olur diyordu yatağına giderken.
Hayat Bir Rüya Hanım. Yaşamak üç beş saniye süren bir rüya. İyi veya kötü sadece bir rüya. Hakkını helal et. Uyuyup uyanamamak var derken bir sinek uçuyordu odanın içinde.
Elinize sağlık
teşekkür ederiz. henüz tamamlanmadı. Öyküler üzerinde ve diğerleri üzerinde çalışmaya devam ediyorum