Yorgundu. Gözler mahmurlaşmış, ayaklar şişmişti biraz. On dört saat olmuş Esenler Otogarından otobüse bineli.
İstanbul güzeldi. Dünyanın kolyesi derlerdi ya, doğruymuş. Aslında gitmemeliydim dedi. Pişmandı. Neyse dedi. Umursamaz veya unutmak ister tavrıyla. Zaten geldim sayılır memlekete.
İçinde, yaşadığı yerlere dönmenin buruk bir sevinci vardı. Köyünden, sevdiğinden üç ay ayrı kalmanın hüznüyle birlikte burukluğu iç içe yaşıyordu.
Bahçede göz göze geldiği günü unutamıyordu Mustafa. Tıknaz, bodur, kollar ile bacağının kalınlığı aynıydı neredeyse. Her gün görüşmeleri konuşmaları geldi gözlerinin önüne. Aslında onun konuştuğu yoktu. Hep kendisi konuşuyordu. Olsun. En azından beni dinliyor. Herkes konuşur hayatta. Ya dinlemek, dinlenilmek öyle mi? Çocuklar, kadınlar, insanlar dinlenilmediği için, hep bir arayışta değil mi? Kötülükler ile iç içe değiller mi? Dinlenilmediği için değil mi insanlar bunalımda. Dinlenilmediği için değil mi kötü insanlar ile arkadaş olunuyor. Bundan dolayı değil mi, yanlış alışkanlıkların yapılması. Biliyordu artık. Dinlemek söyleyen için tedavi, dinlenilmekte o kadar rahatlatıcıydı işte.
Dinleyici bulmak televizyonların, radyoların ve bütün programların tek derdi değil mi? Dinleyici olsun, kalite geride dursun. Ooh pooh! Şak şak şaak! Alkışlar… Reyting derdi. Dinlenilmek, değer verilmek gibi ne güzeldi Mustafa’ya göre. Belki de dost elinin sıcaklığında pişmek gibi bir şey olmalıydı bu.
Kendi kendine içinden konuşuyordu. Onu bırakmam yanlıştı. Gidince özür dilerim. O af edecektir beni. Konuşmasa da gözleriyle evet, affettim! diyecektir. Çünkü Affetmek iyi dinleyicinin vasfıydı. Ve sevgiden ileri geliyordu bu. O benim sevdiğimi bilmez belki. Bilmese de, insanın sevdiğini, düşünmesi güzeldi.
Samsun’da verilen moladan sonra, Fatsa’ya doğru hareket ediyordu otobüs. Sol taraf Karadeniz. sağda, Karadeniz’in yeşilliği, fındık tarlaları iç içeydi. Cam kenarında olmak güzel diye düşündü.
Oy gidi Karadeniz! Dalgakıranlara çarpan dalgaların oluşturduğu köpükler, anasının yıllar önce leğende elbise yıkamasını hatırlattı ona. Ne güzel günlerdi çocukluk. İlgilenilmek ne tatlıydı öyle. Uzunca düşündü daldı öyle eskilere.
Ah Karadeniz!
Nicelerinin hayallerini aldı içine. Nice yuvaları yıktı. Nice yavruları koynuna aldı. Ve attı bazılarını kenara cansız şekilde. Bazılarına minder oldu, yorgan oldu.
Mustafa, bunaldı, terledi aniden. Üç yıl önce denizde boğulma tehlikesi geçirmişti. Ayağının altı birden boşalmıştı. Panikleyince terlemişti korkudan suyun içinde. Karadeniz bunu hep yapardı zaten. Boğulmalar da genelde böyle olmaz mıydı diye söylendi kendi kendine. O sırada otobüste ile yarışan Yunuslar takıldı gözlerine. Seyretti doyasıya. Ne hikâyeler dinlemiş ve okumuştu yunuslar ile ilgili. Otobüs yavaşladı. Sevindi Mustafa. Biliyordu demek şoför de hikâyeleri.
Eğer yunuslar yarış ettiği, tekneleri, gemileri, arabaları geçemez ise kendilerini öldürürmüş. Böyle onurlu canlılardır demişti balıkçı Osman. Şoförün yavaşlama davranışını sevdi bundan dolayı.
Mustafa severdi bütün hayvanları. Hiç de ayrım yapmazdı. Yüzen, uçan, yürüyen, sürünen canlıların hepsi aynıydı. Can idi ona göre hepsinin de adi candı. Aynı Yaratıcı Tarafından yaratılmış can idi.
Unutmuştu sıkıntılarını. Muavini çağırdı:
-Hiç ikram yapmıyor musunuz?
Muavin:
-Ekonomik durum, giderler yüksek. Üzgünüm! Dedi mahcubiyet ifade ederek.
-Su da mı yok?
-Suyumuz var efendim. beş litrelik bidonu getirdi. Plastik bir bardak ta su ikram etti. Ona ve diğerlerine. Su dağıtımı bittiğinde otogara gelmişlerdi, acele acele indiler arabadan. Güneş gölgede karanlık bırakmamış, mahmurlu gözleri, uyuklayan çocukları bile terletmeye başlamıştı. Bir köpek, dilini çıkarmış derin derin, hızlı hızlı nefes alıyordu bir arabanın gölgesinde. Köy dolmuşu gelmemişti. Çantasını bıraktı durağa.
Hangi yüzyılda yaşıyoruz. Otobüslerde cep telefonu kapalı olur mu? Bir hışımla el çantasından telefonunu çıkarttı, açtı. Açma ile aranıyordu. Baktı ki kuzeni Osman.
-Alo! Mustafa neredesin?
-Otogardayım, şimdi indim.
-Tamam, köye gelme. Baban vurulmuş bahçede, devlet hastanesindeymiş. Biz de köyden geliyoruz şimdi. Sen de oraya git simdi. Olur mu? Orada görüşürüz dedi ve telefonu kapattı.
Bu nasıl iş. Neye uğradığını şaşırdı Mustafa. Anlayamadı. Mezarlık sükûtu çöktü üstüne. Uzaktan bir sela sesinin yükselmesi acısını çoğalttı, hüzünlendi ve inatçı hıçkırıklar düğümlendi boğazında. Ağlayamadı. Kocaman adam oldun. Utanmıyon mu ağlamaya derlerdi. Ah bu elalem ne der. İnsanların en büyük yargılama kuralıydı bu.
Ne garipti acılar ne kadar kolay söylenir olmuş. Duygular nasılda hiç yerine konar olmuş, baba sevgisi ne kadar kolay harcanır olmuş. İnsan bir alıştırma yapar. Bu nasıl iş. Baban vuruldu hastaneye git. O benim babam ve bir can taşıyor ve ben onun bir kanını taşıyorum. Çaat diye söylenir mi bunlar. Kızgınlık belirtisi gösterse de acıları daha yoğundu şimdi. Sessizce ağıt yakıyordu kendi kendine ve acısına.
-Ah babam! Vah babam! Kim vurur seni. Nasıl yaparlar, ben sormaz mıyım onlara. Nasıl kıydılar sana.
Sorgulamaları, soruları arkası arkasına geldi. Hepsinin cevabını veremedi bile gözlerinde canlandı babası. Yıllardır sekiz çocuğu için çalıştı, çabaladı. Yardımının dokunmadığı ev yoktu. Ekmeğini emeğiyle taştan çıkaran Cabbar bir adamdı. İnşaatın her halinden anlardı. Mustafa küçükken hep ellerinin içindeki nasırları merak etmişti de sormuştu bir gün:
-Baba neden ellerin içi böyle sert?
-Ekmek parasından oğlum! demişti.
Küçüktü o zamanlar. Ekmeğin çok pahalı olduğunu zannediyordu. Yıllar sonra öğrendi ekmek değil, ekmek için verilen emekmiş ellerini nasırlaştıran. Çalışmak. Kızdı biraz. Hep çalışmak olmaz ki her zaman. Oysa bir çocuğun karnı acıkırken ruhu da acıkır, öğütlere ihtiyacı olur, duygularını paylaşmak ister, düşünceleri eğitilmek ister, sevdiğini anlatmak ister, Neden sevilmediğini, değer verilmediğini sormak ister. Derin bir nefes çekti geçmişinden içine. Çıkmazdı bu nefes. Bu hatıralar. Keşke bizi arada sevdiğini söyleseydin be babam. Başımızı okşasaydın, şakalar yapsaydın, kol kola, el ele gezebilseydik seninle. Azıcık aştan, işten daha önemli, sevilme ihtiyacımızın olduğunu da bilseydin. Aah be babam! Anılarını anlatsaydın. Mesela askerliğini, gurbet acılarını, patronlarının kem bakışlarını, annemle tanışmanızı, doğumlarımızı anlatsaydın, sünnetimi anlatsaydın mesela. Eskiden çok iyiymiş düğünler, bayramlar. Onları, çocukluğunu anlatsaydın. Ah be babam! Yapma, etme, dur, gitme, gel, kal gibi kısa kelimeler. Ve sert bakışlar… Nedenini, sebebini anlatsaydın onların da. Bunları azıcık, birazcık, minnacık anlatsaydın be babam!
İç dünyası ile konuşuyordu hastaneye doğru koşar adımlarla giderken. Yaşlı adam vakarı ile girdi hastaneye.
Gözleri kızarmış kat kat kırışmış boynu, alnındaki kalın çizgiler, göz torbaları şişmiş ve sarkmış, köse sakallı, kalın başlı, saçlarının çoğu dökülmüş, geri kalanları beyazlamış, Elmacık kemikleri çıkık, yırtık mintanlı adam yatıyordu yatakta. Babasıydı bu. Üstündeki elbisesinden belliydi tarlada çalıştığı. Kirli ve kanlı. Hoş geldin oğlum. Hoş bulduk diyemeden sarıldı babasına ağladı. Ağladı ağladı… Acısı olduğu belliydi.
Babalık ve evlatlık ne güzeldi burada. Çevrende insanlar varken evlada sarılmak, kimse yokken evlat olabilmek ne güzeldi. Evlat çok samimi bir kelimeydi. Babalık öğrenilebilen bir kelimeydi belki ama acılarla dolu, duyguları tam dökülemeyen değil miydi. Her şeyi içeride yaşayıp dışarıya anlatamamak. Babalık evladın geçmiş ve gelecek ve şimdiki hallerini aynı anda yaşıyor olmak değil miydi? Evlat:
-Kim yaptı bunu.
Anası:
-Bilmiyorum oğlum. Nasıl oldu anlayamadım. Kışlık için yufka açıyordum ablan ile. Telefon açtı baban bahçeden. Onu vurdum, sonra da kendimi vurdum dedi. Anlayamadık ne olduğunu bize anlatmıyor da. Çok kan kaybetmiş. Kurşunu alamadılar. Baldır kemiğine saplanmış. İşte buradayız.
Onu vurdum cümlesinden sonrasını duymamıştı ki Mustafa. Şimşekler çaktı beyninde. Ne fırtınalar coşmuştu şimdi içinde. Evlatlık unutuldu. Dinleyenin duyduğu daha değerliydi. Babası hiç dinlememişti ki yıllardır kendini. En ihtiyaç duyduğu zamanlarda o vardı. Ne zaman yanına gitse, çağırsa gelir ve saatlerce anlatırdı derdini, hayallerini, arzularını. O ise bir defa bile eleştirmemişti Mustafa’yı. Dinlemek mi babalık mı? Duyguların dili mi, babanın fiziksel birlikteliği mi. Evlat sevgilerin en kırılganı, içimizden gitmeyen bir sızı, sevgilerin en yoğunu, en büyüğüydü belki. Ama dinlenilmeyen evlat, bunları nerden bilecekti ki. O zaman evlat en kırılgan olmaz mıydı? En kolay ağlatılan olmaz mıydı? İşte o zaman evlat, hasret çekilen göz nuru olmaz mıydı?
Mustafa’nın iliklerinin bütün bağları kopuyordu sanki. Yıllanmış bir çınarın yıkılırken çıkardığı ses gibi uğultular, çatırtılar geliyordu içinden kimsenin duymadığı. Hiçbir şey diyemedi, anlatamadı. İçimin kemiklerini söküyorlar, kırıyorlar diyemedi. Hangi çocuk sevmesinin nedenlerini anlatabildi ki. Hangi aile hak verdi çocuğuna. Hızlıca çıktı hastaneden.
-Oğlum Mustafa! nereye gidiyorsun?
Dese de Sultan Hanım dinletemedi.
-Üzüldü yavrum babasının haline. Çok üzüldü dayanamadı çıktı! diye düşündü. Gerçi şu an Mustafa’yı düşünecek hali de yoktu. Eş önemliydi burada. Büyüyen çocuk alıp başını gidiyordu zaten. Dile kolay kırk üç yıllık eşi yatakta yatan. Sekiz çocuğu beraber büyütmüşlerdi. Yıllardır ne bedeller ödemişlerdi bunlar için. Geçinmek kolay değildi. Ekmek parası için, evlat hasreti kolay mıydı gurbet ellerde, inşaat tepelerinde. Çocuk bunu ancak baba olduğunda anlayacak ve geç olacak o zaman da. Bir gün bile halinden şikâyetçi olmamıştı. Sadece bir gün:
-Hanım! Çocuklarla bir gün dertleşemeden büyüdüler. Artık onlara sarılmaya utanıyorum derken, gözlerinden yaş akıyordu. Bu fakirlik bizi yaktı, sarılamadan büyüdüler. Şimdi de tek tek evden gidiyorlar demişti.
Köy arabasıyla köye gidiyordu Mustafa. Arabadakiler; hoş geldin diyenler ile geçmiş olsun diyenler ile doluydu.
Enemeci Hüseyin:
-Babanın ölümcül bir yarası yok üzülme o kadar Yeğenim.
Pala Kamil:
-Sen yaşını başını almışsın, senin ne işin var bahçede. Bahçe işi senin işin mi artık. Üstelik sahip çıkamadığın tabancayı neden taşırsın. Allah bilir belki o da kaçaktır dedikten sonra geçmiş olsun dedi.
Çara Ali:
-Üzülme Tosunun. Geçer her acı gibi bu da. Takma kafana. Ve diğerleri daha neler neler söylemediler ki. Teselli mi, övgü mü, sövgü mü bilemiyordu. Köy yerlerinde böyle olurdu ki. Çoğunu da duymadı zaten. Her söze kulak kabartılmaz. Söz dinlenir ama her söze cevap verilmezdi. Aile terbiyesi böyleydi. Arka koltukta oturan iki kişinin konuşması takıldığı bir ara kulağına:
-Oğlan babasını da çok seviyormuş. İki saattir devamlı ağladı baksana. Böyle evlat zor yetişir. Bizimkiler olsa gebersin de gitsin diye, köpeklere sadaka niyetine kemik atardı. Yeter ki duamız kabul olsun der gibi. Helal olsun Cebbar Ağaya. İyi çocuk yetiştirmiş. Maşallah.
Köyün her tarafını kuşatan Güneş yakıcılığını mülayimliğe bırakmıştı. Köy camisinden, Arap Makamından gelen ezanın huşusunu, müezzinin garip ve isteksiz okuyuşu ilahi kudreti bozsa da, ikindi namazına giden ihtiyarları ve gençleri cami yolundan döndüremedi geriye. Köyde yavaş yavaş köy dolmuşu ilerlerken, burunlarını kollarına silen çocuklar hayret ve meraklı gözlerle, köy arabasına bakıyorlardı. Mustafa indi arabadan. Hızlıca evlerine yol aldı.
Dış sıvaları dökülmüş, ağaçlar arasında, kerpiç dolgulu dede yadigârı ev. İki katlıydı. Alt kat ahır, üst kat, üç oda, dışarıya çıkma sonradan yapılmış tuvalet. Banyo olarak da kullanılıyordu burası. Yazları ahırın keskin kokusu etrafı sarıyordu ki hiç sormayın. İki kat arasında beton döşeme yoktu. Fakirlikten olsa gerek. Öyle de olsa yuvaydı burası. Yuvada zahmet de rahmet iç içe idi bunu biliyordu. Zengin olunca evi yeniden yapacaktı babası. Öyle demişti yıllar önce. Hatta defterine ev bile çizmişti sevincinden Mustafa ve kardeşi Cemile. İlkokula gidiyordu o zamanlar. Aradan yirmi yıl geçmiş bir şey değişmemişti. Mustafa çantasını kapıya fırlatarak, evin yanından patika yola saptı. Keçi yolu da derler ya buna.
Köyün yaşlıları ile kapıda oturan Emine şaşkın. Aylardır görmediği torunu gelmiş. Babaannesinin elini öpmeyi bırak, selam bile vermemişti.
-Üzüldü. Bizim oğlan delilenmiş yine dese de, yanındakilere torununun davranışını savunuyordu. Kim kendi kanının kötü olabileceğini söyler ki. Vardır bir sebebi diyordu. Zamane çocukları, atasına saygısız diyemezdi ki. Kötü diyemezdi. Kuzgun yavrusunu kekliğim diye sevmez miydi. İçinden söylendi kendi kendine.
Mustafa fındık zamanı nice eşekleri terleten, Yayla Çiçeği ağaçları içindeki dik yamacı da çıktı. Hafif eğimli yerden geçerek ırmak yanına ilerledi. Elma ağaçlarının arasından giden ırmak, ağlar gibi akıyordu. Öyle sesler çıkarırdı ki azıcık dinleyenler hüzünlenirdi. Kirlilik her tarafı sarmıştı. Poşet artıkları, kâğıtlar, şişeler, tarımsal ilaç kutuları ve çocuk bezleri yerlerde, cevrede ve ırmak içinde duruyordu. Suda birkaç balık gözüküyordu aslında. Onlarda biz ölmeden bizi alın der gibiydi. Mustafa kiraz ağacına verdi sırtını. Dallarda utangaç kız gibi duran, al yanaklı kirazlar gözüküyordu azda olsa.
Canlıydı her şey. Irmak, balıklar, çiçekler, böcekler, arılar, kelebekler ve kuşlar. Güzeldi burası. İlk burada karşılaşmışlardı. Her gün buraya gelirdi. Ufacık gözleri, yuvarlaktı. Çocuk bakışlıydı o. Çoğu zaman evden yiyecek getirirdi. Bazen sarıkızın sütünü sağar ona verirdi. Açlığı bilirdi kendisi. Kimse aç kalmasın diye düşünürdü. Sultan Ana bazen:
-Ya herif! Bu ineğin sütü niye azalıyor? Yaşlandığı için mi? Cebbar:
-Sultanım idare et bir süre. Olmazsa satarız yeni inek alırız. Hele biraz paramız olsun der, hanımını geçiştirirdi.
Kolay mı bu zamanda sütü bol inek almak. Her şey ateş pahası. Bunları duyunca Mustafa, suçluluk duygusuna kapılır, Sarıkız gidecek diye de çok korkardı. Bir süre sütünü sağmazdı. İnsan değil mi. Her şeye fayda gözüyle bakıyordu. Faydasız ise at, kes, yak, yık, gözüyle bakıyordu.
Birkaç ıslık çaldı. Bekledi, bekledi ki kötü bir haber istemiyordu çünkü. İçi içine sığmıyordu. Gelsin simdi istiyordu. Yıllarca ne anılarını anlatmıştı burada. Neler konuşmuştu. O ise hep dinlerdi. Birkaç kez daha seslendi.
-Mööh! diye bir ses çıktı.
-Kızım, sarı kızım sen mi geldin derken, bir boynuzu kırılmış ineğin boynunu, kulaklarını, sırtını okşadı. Sarı kızın sevindiğini anladı. İkisi de özlemiş birbirini. Mustafa’nın konuşmasıyla sarı kızın elini yalayıp, boynunu eline sürmesinden belliydi. Sevginin dili olur mu? Türü, cinsi olur mu? Sevgi ne kadar dayanabilir ki ilgiye ve ilgisizliğe. Mustafa konuşuyordu devamlı. Sarı kızım onu gördün mü? Buralarda mı? Sen onu tanıyorsun. Nerededir o simdi derken gözlerine baktı. Akan gözyaşlarını sildi sarıkızın. Özlemek bu olsa gerek. Hayvan deyip geçme diyordu kendi kendine. Bir taraftan da yavaş yavaş yürüyüp daireler çizerek etrafa bakıyordu. Dikkatliydi ve sesli konuşuyordu. Sesinin duyulmasını ister gibi. Az ileride tasların orada gördü. Sevinerek koştu oraya. Yeni yuvamı yaptın oraya diyebildi. Yaklaştı. Korksun istemiyordu. Başını gördü güneşte parlıyordu. Evinin yakınındaydı. Oraya vardığında bütün korkularıyla yüzleşti.
Ah Çaresizlik evine varamamış belinden yarısı yok. Parçalanmış. Solan düşler, hayaller… Oyuncağı elinden alınan çocuk misali başladı ağlamaya. Vurulan sevgiydi. Öldürülen de sevgiydi. Arkadaşlıktı. Dostluktu. Dinlemekti, dinlenilmekti vurulan ve ölen. Hıçkırıklara boğuldu Mustafa. Orada tek bir gerçek vardı. O da acının tarifsizliği. Çaresizliğin acısı. Durdu uzun bir sure orada. Ölüm sertliği geçmemişti daha. Anlaşılan kan kaybından ölmüş. Ah Babam! Dediği zaman, volkanlar büyüdü içinde. Neler konuşmazdı simdi:
Baba olmak kolaydı ya babalık, ya babalık baba! O kadar soru sordu ki kendi kendine, hiçbirine cevap bulamadı kendisi de. Kendini ölüye bıraktı. Özür dilerim senin gibi bir dinleyen bulamam bir daha Sevgican. Evinin yakınında bir mezar açtı. Arkadaşını oraya gömdü.
O yılanın ölümünden sonra bir daha sevmedim kimseyi diyordu Mustafa. İnsanlar acıyı satıyor, acıyı veriyor, hüzne boğuyor yürekleri. Kaderi kederleştiriyor.
On iki yıl önce yasadığı bu olayı anlatırken gözleri akıyordu. Mendil vermedim. Çorak topraklara sular değmeliydi. Yüreklere sular inmeli değil miydi? Sevgiyle, askla, özlemle, hasretle akan gözyaşı, hangi çölü vahaya çevirmezdi ki.
Sevginin kuvvet verdiğini, yaşattığını bilmez miydi insan. Öğrenmeliydi. Öldürmeden öğrenmeliydi. Eğer dinleniliyorsa yılan bile en değerli varlık olabiliyordu insan için. Dinlenilmediği için yılanların eline düşen çocukların da mezarı yapılmalıydı o zaman o yılanın yanına diyordu içinden Mustafa’yı dinleyen Hüseyin.