Karanlık Güzel Gösteriyordu Yıldızları ve Kadınları
(Kafese hapsedilen kuşların hikayesidir bu….)
‘‘Adalet mülkün temelidir”. Bu Temel sarsılmamalı. Eğer bu temel sarsılırsa toplumun bütün dinamikleri sarsılır, bozulur. Hak hukuk kalmaz. Acılar devralır bütün gülücükleri. Hüzün kaplar yeryüzünü… diyordu televizyondaki Tip Sakal.
Antik Cevdet, bazen, konuşmaları onaylıyor bazen de umursamıyordu.
Antik Cevdet deyip geçme; on beş yılını içeride, ellisini dışarıda geçirmiş, okumadığı kitap, kaleminin değmediği kâğıt kalmamış. Adaleti aramak için çalmadığı kapı bırakmamıştı. Ama yine de buradaydı. Çıkmayan candan umut kesilmez derdi. Adalet işte…
Bu da Antik işte…
Yeniyi sevmez, cicili-biciliyi, concon görür. Kapitalce değerlendirir onları. Giydiği her şey eski olacak. Onun özelliği böyleydi. Mintanı üzerindeki hırkası üç beş yerden yamalı, pantolonun dizleri rengârenk ve yıkamaktan bütün renk tonları iç içe girmiş. Renkli ipliklerle dikilmiş terlikleri sadece ona has olan bir durumdu. Oturduğu sandalye on beş yıllık. Saçları, yüzleri, gözleri eskimiş, elleri buruş buruş olmuş. Lakin fikirleri, düşünceleri duyguları hiç eskimemiş. ‘Adalet’ dedi yine. On beş yıldır dediği gibi. A – da – let….
–Adalet… Özgürlük… Hapis… Umut… diye sıralıyordu kavramları arka arkaya.
-Oy oyy! Vay! Dedi.
Veremlinin ciğer acısı gibi. Öyle içtendi ki alnının çizgileri gerilirdi derken. Demir bir el parçalayarak söker gibi içini. Ölecek olanın hastanın son cümleleri gibi söylerdi Umutları tükenmiş, çaresizce bakınarak duvarlara.
Antik Cevdet’in konuşması için sebep yoktu ki. Yeter ki dinleyecek biri olsun bulurdu bir şeyler konuşurdu. Yenilerdi. Duyguları, düşünceleri, umutları hayalleri yenilerdi. Bunları söylerken yenilenirdi de. Çünkü hep okur ve araştırırdı. Dolu kabın boşalması için anlatmalıydı. Konuşuyordu:
-Adalet dindarlıktır. Başkasının hakkını korumaktır. Ruhlar adaletle huzur bulur, saadete erer. İman adalet der. İslam adalet der.
-Adalet yoksa zulüm vardır. Adalet hak ararken hukuk adına haksızlık yapmak değildir.
-Adalet, mutsuzluğun silinip hayattan mutluluk yazılmasıdır yerine. Ayetlerle anlatırdı bunları çoğu zaman. Hazreti Ömer’den örnekler verirdi. O’nun mumundan bahsederdi. Ne zamanki Ömer öldü. Adalet saraylardan dışarı çıkamaz oldu. Eş dost akraba ve zenginden başkasını görmez oldu saraydakiler. Ve ekledi:
-Adalet çocukların babalarından koparılması, sevenlerin ayrı bırakılması değildir. Bunlar olursa dindarlık olur mu hiç. Kanaatlerin masumiyetin önene geçmesi nasıl dindarlık olabilirdi. Adalet olursa çocuklar masal dinlemekten zevk alır yoksa masallara inanmazdı ki. Sadece adalet gülümsetirdi dünyayı ve içindekileri.
İşte bunlar için Adalet dindarlıktır arkadaşlar!
-Ya özgürlük…
-En güzel şeydir. Adalet olursa, özgürlük hayatları yok eden bir metafor olmaktan çıkar. Özgürlük, başkasının sınırlarını aşmadan, en güzel şeyleri yapabilmek hakkı değil midir? Yine her insanın, sevenin, sevilenin hakkı değil midir? Sadece insanın mı? Hayvanın bitkinin de hakkıdır özgürlük.
Kendisi de kafesindeki kuşunu özgür bırakmıştı bunları söylerken. Ve kafeste kuş yetiştirmeyi kabul etmiyordu. Hayvanat bahçelerine de karşıydı Antik Cevdet. O kadar özgürlüğe kutsallık bağlamıştı. Ekledi arkasından:
-Mesela tutsak fil hiç yavru yapmaz. İlginç değil mi? İşte uşaklar, Adaletsizlikle meydana gelen, özgürlüğün en büyük düşmanı umutsuzluktur. Kısır kalmasın hiçbir hayaliniz. Umudunuzu özgür olabilme hayaliyle süsleyeniniz. Umut deyip geçmeyin. Özgürlüğün öz kardeşidir o. Yetim kalır yoksa özgürlüğünüz.
-Aman ha! Umudunuzu kaybetmeyin…
Hüzünlendi, duygulandı biraz Antik Cevdet. Konuştu biraz daha ve ağladı, dinleyenler de gözlerine engel olamadı. Döküldü inci taneleri. Hüzünlü bir geceydi. Duygusallık zirve yapmıştı. Kimler ne bilir ne hayallere dalmıştı. Başlar eğilmiş geçmişlerine dalmıştı insanlar.
–Ağlayın. Ağlamak mahkûmun en tatlı, en güzel, en umutlu özgürlüğüdür. Utanmadan sıkılmadan ağlayın yumuşasın yüreğimiz. Kalıpları gevşesin. Peygamber de sevmezdi kalp katılığını çocuklar.
Vakit ilerlemişti gece yarısına doğru. Kapılar çoktan kapanmış göklerin kapısı acıktı sadece. İçeride mahkûmlar, dışarıda çocuklar, analar, babalar ağladı hep. Ya eşler… Ne hayalleri gitmişti adalet adına. Ne beyaz gelinlikler kirlenmişti adalet adına.
-Ah Adalet, özgürlük!
Ozanlar, şairler yazdı ve söyledi. Onlara düşen yazmaktı, söylemekti. Öyle de yaptılar zaten. Söylediler, söylettiler.
Antik Cevdet duygusal ortamı bulunca Sebahattin ali den başladı:
‘‘Burada çiçekler açmıyor
Kuşlar süzülüp uçmuyor
Yıldızlar ışık saçmıyor
Geçmiyor günler geçmiyor”
…
Hem şiirini okudu hem türküsünü. Türküler yanıktı, dağlardı yürekleri ağıt gibiydi sanki.
Uzun bir sessizlik sardı ortalığı. Uzaktan gardiyanların kahkahaları hariç. kalp atışları duyuluyordu, merdiven başında. Betonun üzerinde.
Gece yarısına az kalmıştı. Birden, Açıldı… Açıldı demir kapılar. İki adam girdi içeri. Biri diğerinin iki katı boyda, yaşta, kiloda.
İki memur:
-Alın bunları alın. Yerleştirin yataklarına.
Arkasından kirli iki yatak verildi. Yaşlı ve yıpranmış, keçi kılından yapılmış iki battaniye ile birlikte. Hayallerini yastık yapsınlar diyerek verilmedi yastık. Gittiler…Gülerek, küçümseyerek… Kapandı. Demir kapılar tekrardan.
Kim bunlar. neden geldi. Bu ihtiyar ne yaşamış olabilir. nasıl bir suçu vardır ki….
Hasta zavallı bir sima. İyice buruşmuş yanakları, rengini kaybetmiş kaşlarının altında sönük gözler, sakallarında yer yer bıçak izleri. İnce bıyıklar, basında anadolu fesi altında, seyrek, dökülmüş beyaz saçlar, ceketi siyah, ayakkabısı çamurlaşmış iskarpin.
Hayatın sefaletini her haliyle yaşadığı belli.
Ah biçare!
Dudaklar titriyor korkudan sukut kaplamış her yanını. Kırağı yemiş fındık misali.
-Selamun Aleykum
–Aleyküm Selamlar, geçmiş olsunlarla yapışık oldu.
Adı yaşar yetmiş yedilik ihtiyar. Ne yaşar. Kaç yıl yaşar. Görünen o ki sekseni zor yaşar
İkincisinin soğuktan kızarmış burnu. Değnek gibi iki çıplak ayak. Kara lastiğin içinde kurumuş odun gibi. Şakakları kırlaşmış, bacakları ayrık. Yalpak yürüyüşlü. Kalın kaşlar altında ağlamaktan kızarmış gözleri, fukara kılıklı bir adam. Pantolonun dizleri yamalı, üstünde bir kazak, yırtılmış. Delikleri içinden gözüken rengi grileşmiş bir atlet.
Adı Mustafa Baysal. Dünya salında, sallana sallana gelmiş buraya. O da selam verdi babasının selamından sönüktü. Çoğu duymadı bile.
–…ve Aleyküm Selam. Selamlar bizi bulsun üstümüze selamet konsun.
-Hoş geldin Yaşar Amca
-Hoş geldin Mustafa
Ürkektiler. Oturdular kendileri gibi olanlar ile. Ceylanlar ve çakallar iç iceydi. Kimi dost kimi post niyetiyle baktı ikisine. Arada yokladılar dostu ve postu. Karınları doyuruldu. Yoğurt, zeytin, peynir. Domates pahalıydı. Yarısı ısırılmış hıyar verildi. Sofra kuruldu sonunda. Bir bardak su içtiler dere suyundan. Bulanıktı ama hemen öldürmezdi zaten. Meyvemiz yoktu. Zaten ayvayı dışarıda yemişlerdi. Dışarıda kar olsa da, sıcak olmayan suyla yıkandılar. Yanıyorlardı içleri anlaşılan. İsteseler de sıcak su olmazdı zaten. Haftada bir on dakikalık hakkı vardı. Soruldu:
-Soğuk suda duş aldınız. Üşüdünüz mü?
–Üşümedik dediler.
Az kullanılmış birkaç elbise, çamaşır, üç renkte dört numaradan iki çift terlik ayarlandı, giydiler. Burası yokluk yeri. Varlıklar ve varlıklılar dışarıda kalmış.
…
Antik Cevdet’in hüzünlü saatleriydi. Bahçe kapı aralığından dışarıya baktı. İplerde asılı heykel gibi duran birkaç elbise donmuştu. Heykel gibi duruyorlardı. Ve parmaklılar arkasından yüksek duvarlara baktı. Azıcık gökyüzünü görebildi.
-”Mavide aldatırmış insanı gördünüz mü? Oysa hep mavi çizerdik gökyüzünü” dedi ve gitti yatağına doğru.
Yaşar Emmi telaşlıydı. Misafir gibi duruyordu
-Baba rahat ol. Daha çok zamanımız var. Bak ben yanındayım sıkma canını. İlaçlarını al yat. Yere yatağını serdim ben. Beton soğuk olur paltonla yatarsın.
Babası:
-Deyyus herif! Hep senin yüzünden düştük buralara. Bizi ne hallere koydun. Anan ne yapıyor şimdi. Rezil ettin bizi ele güne karşı. Bir kadına sahip çıkamadın. Bizim ne işimiz var buralarda. Biz buralara layık adam mıyız?
Bu söze alındı oradakiler. Acemiliklerine verdiler, bir şey demediler.
Oğul olmak zordu burada. Yaşlıysa dertliyse, hastaysa daha da zordur. Çaresizlik diyebildi sadece başını eğerek. Babaydı ne dese haklıydı. Dinleyecek, susacak, yapacaktı. Evlat yaşlılığa saklanan gençliktir diye düşündü. Yatırdı babasını, kendisi indi merdiven basına, beton basamağa oturdu. Titreyen elleriyle çakmağını aldı. Biryanda çöp kovası, diğer yanda çöpe konulan hayatlar. Dumanı yoktu. Uzatıldı bir dal. Bir dal daha derken, saatlerce kaldı orada. Neler düşündü bilinmez. İnsandan… İnsanlıktan yana neler geçiyordu içinden haberimiz olmadı.
…
On gün geçmiş hala niçin geldiğini anlatmamıştı baba ve oğul. Yaşar Amca Betonlaşmış karın üzerinde bahçede volta atarken ağzından orada ayakta titreyerek duran Mustafa:
–Gâvurun dölü yaktı bizi, diyordu.
Babası:
–O değil sen yaktın bizi deyyus herif. Yirmi günde kız bulup hemen evlenilir mi?
–Baba sen buldun. Sen nişanladın. Evlen dediniz. İlle de torun dedin. Ben napayım ben. Senin bu torun inadın olmasa olur muydu bunlar?
Kısa cümlelerle anlatıyorlardı dertlerini, soru ve cevaplarını. İş nasıl oldu hiç kimse bilmiyordu kısa cümlelerin içlerini. sadece kendileri biliyordu. Baba ve Oğul.
Yasar amca:
– Kısırcık şimdi ne yapar oğlum… Yağmur yağarsa çatı su verir mi? …Yukarı tarlanın hendeği yapılmadıydı… Tarlayı su götürürse…Anan ilaçlarını aldı mı acaba...Konuşa konuşa gitti yatmaya.
Baba gidince bir duman daha aldı Baysal. Herkes merakla sordu:
-Anlat hele Mustafa. Sizin suçunuz nedir. Nasıl oldu neden buraya geldiniz. O kadar soruldu ki tekrar tekrar, başını salladı.
-Tamam. Hepsini anlatacağım size.
Merdiven başında duran kapının parmaklıkları arasından, yıldızlara baktı. Sönüktü. Zor gözüküyordu gökyüzü zaten. Bahçede ışıklar yanıyordu.
Mustafa:
-Burada rüyalar çok güzel. Her şeyi görebiliyoruz. Ama karanlığı bile özlüyor insan. Gece gündüz her yerde ışıklar yanıyor. Sağlam yeğinleşmiştik. Bırakmayacaktı seni seviyorum Baysalım deşmişti. Seviyorum deyince içime ferahlık gelmişti. Üçüncü karımdı.
Dinleyenlerin gözleri açıldı, çelimsiz bir adam üçüncü karımdı diyor. Uzun sürmedi arka arkaya geldi sorular:
-Senin üç karın mı var.
-Yok, yok öyle değil. İlk hanımımın kafası sakattı. Psikolojik hastaydı yani. Tedavi ettirdik ilaçlarını kullanmadı ben deli değilim diye. Oysa doktor:
-Vücut bir bütündür ve organlardan oluşur. Nasıl ki basımız belimiz midemiz ağrırsa beynimiz de hastalanır. Bu kesinlikle delilik değildir. Beynin hastalıkları vardır. Saplantı, takıntı, aşırı düşünmek, imkânsızın peşine düşmek gibi demişti. Onun için ilaçları kullanmalıyız ki beynimiz rahatlasın gerçek yapması gerekeni yapsın demişti. O ise kabul etmedi bunu. Biz elimizden geleni yaptık. Olmayınca da onu babasına geri verdik.
–Yakmışsın kızı. Yapma, etme Baysal dedi antik Cevdet. Mustafa:
-İkincisini aldım onunda çocuğu olmadı. Babam dedi: Sen soysuz kalacaksın gönder. Ben torun isterim deyince, onu da gönderdim. Çocuk nasip işidir. Bunu bilemedim. İnsan bir şeyi çok isteyince olmuyor. Bunu çok iyi anladım.
Kızmıştı Antik.
–Yakmışsın kızı. Kader var, nasip var, yakmışsın, yıkmışsın Baysal. Mustafa:
–Üç yıl geçmişti aradan. Babamın baskılarıyla bu karımı buldum. Tanıştık. 170 boyundaydı 80 kiloydu boylu poslu. Ev işlerini görür, güçlü kuvvetli dediler. Çok ta para harcadım. Bunun için. Nişan yaptım. Yirmi gün içinde evlendim. Muhtarın haberi var. Jandarmadan da düğün izni de aldık. Resmi nikâh yapmadık. Babası hapisteydi. Altı ayı varmış tahliyesine. Konuştuk onunla da, o çıkınca da resmi nikâh yapacaktık. Babasına da az para vermedik bu arada. Çünkü önce karşı çıktı evliliğimize. Sonunda parayı görünce kabul etti. Soyu kuruyasıcanın kızı, mahvetti bizi.
Bir duman daha aldı. Derin derin çekti içine. Sanki dünyanın kahrını çekince bitirecekti bu çekişle.
Sessizlik oldu bir süre. Koğuş ağası Süleyman:
-Amma da bahtsızmışsın dedi ve ekledi. – Eeee! Sonra ne oldu Mustafa. Hala sucunuzu anlatmadın.
– Evliğimiz üzerinden altı ay geçti. Babasının cezası on seneymiş. Bizi kandırmış meğer altı ay diye. Bizim çocuk yine olmuyor. Doktora götürdüm. Sorun yok çocuğunuz oluyor diyorlar ama yok çocuk. Sonraki zamanlarda eşim evin işleri zor dedi. Yeter ki gitmesin beni bırakmasın istedim. Bulaşıkları elbiseleri ben yıkıyordum. Yemeği yapıyordum sigarasını alıyordum. Her şeyini yapıyordum derken kahkaha atıyordu nedensiz ve sebepsiz. Belki de yaptıkları çok komik geliyordu ya da acı çekiyordu.
Hiçte şikâyetçi değildim yaptıklarımdan. Düzelir dedim zamanla alışır diye düşündüm. Bir gün fındık toplama imecemiz vardı. O evde kaldı yemek yapıp getirecekti. Öğlen oldu yok. İkindi oldu yok açlıktan öldük nerdeyse. Bol bol su içtik. Akşam eve geldik. Birde ne görelim bizim hanım evde ne var ne yok toplamış gitmiş. Gittiğine artık üzülmüyorduk. Kurtulduk gözüyle bakıyorduk aslında. Nereye gittiğini bilmiyoruz. Çok kızdık. Babamla jandarmaya gittik hırsızlık yaptı. Evimizdeki her şeyi götürmüş. Şikâyetçiyiz dedik.
Bunları Antik Cevdet dinliyormuş:
-Yalnızlık ve gece kadınları ve yıldızları güzel gösterir Mustafa’m!
–He vallahi öyle. Ben gece tanıştım onunla zaten. Evlenene kadar da hep gece konuştuk. Ondan sonrada karanlığımız devam etti zaten…. derken yine gülüyordu.
Antik konuşuyordu:
-Yalnızlık ve gece, gözlerin kararmasıdır. Karanlık varsa bakışlar karanlıktır. Ürkektir. Acıdır karanlık. Gece depreşir her şey. Acılar ağıtlar gece yakılır. Yalnızla ve yalnızlıklar gece feryat eder. Gecede, gerçekler örtülüdür. Ve yalnızsan o gecede, içine akar duyguların. Sadece dediğin olsun istersin. İstersin ki yalnızlık gece gibi çökmesin üzerime. İşte gerçeklerin üstüne karanlık çökünce zulüm olur. Ölüm olur. Hele böyle zamanlarda gözler kararınca yakın uzak, uzak yakın olur. İşte o zaman palana sarılırsın. Prangalara vurulursun. Hak ararken haksız olursun. Kadınlar gecedir ve gece kadınları güzel gösterir Mustafa’m.
Baysala bakan gözler karanlık değildi şimdi. Masumiyet denildi. Saflık denildi. Cehalet denildi. Anadolu köylüsünün şehir yetmesiyle mücadelesiydi belki de bu hikâye.
Mustafa’ya anlatması için duman üstüne duman veriliyordu. O da anlattıkça açılıyordu. Açıldıkça anlatıyordu. Ki sanki o anı yaşıyordu anlatırken:
-Ben o gâvurun babasını çok eskiden cemşitle yarışa gittiğimizde görmüştüm. Tipini beğenmemiştim ama kayın pederim oldu işte. Karanlık adammış nerden bileyim.
-Cemşit de kim.
O benim eşek. Bizde isim veririz her canlıya diyordu diğer yandan. Eşek yarışına gitmiştim. Eşekten düştüm birkaç kez ama yarışı kazandım. Kayın Pederim de ikinci olmuştu. Sonuçta bana bir çeyrek altın, eşeğe de iki balya saman vermişelerdi. Eve patika yoldan gelirken bizim Çemşit uçurumdan düştü. Essek oğlu eşek, giderken samanları da götürdü. Etini bizim Duman’a verdim. İsraf olmasın diye.
-Duman kasap mı?
-Yok, yok o benim köpek. Yavruyken bulmuştum. Hastaydı, sakattı. Ama iyileşti. Beni hiç bırakmazdı. Çok severim onu. O da beni sever. Buraya geldikten sonra beni on gün göremeyince, bizim bahçede kalan elbisemin yanında, anam ölüsünü bulmuş. Gâvurun dölü onunda ölümüne sebep oldu. Üzüntüden gitti hayvancığız. Belki de açlıktan öldü derken gözlerinden akan yaş, sevgisini gösteriyordu.
–Sonra ne oldu dedi Koğuş Ağası.
-Cemsitten sonra Kısırcığı aldık. Atımın adı o. ben koydum adını. Benim karılar hep kısır çıkıyor ya, onun için kısırcık koydum adını.
Bunları söylerken gülüyordu Baysal gülerken gözleri kapalı ağzı acıktı. Halini görenler de gülüyordu haline. Mustafa komikti. Acıları gülümsetebiliyordu. Buralarda gülümsemek ilaç gibiydi insanlara. Yaşama tutunmaktı, acıları unutup gülümseyebilmek…
Yasar Amca uyumamış:
-Deyyus senin yüzünden ne hallere düştük. yaktın bizi. Başım çok ağrıyor bana ilaç bul.
Baba sarımsak yedin. Üç tane ilaç yedin. Başka ilaç da yok ki dese de, ille de ilaç diyordu. Duramıyorum başımın ağrısından.
Sarıca İlyas:
–Dur! Bende var deyip hemen gitti ilacı almaya. İki hapı içirirken ağzı kulaklarına varıyordu. Gülmekten. Sağlam işi olmazdı İlyas’ın. Kimse de bir şey anlamadı gülmesinden. Çünkü daha önemli bir şey dinliyorlardı Mustafa’dan. İlyas:
-”Bu gece hiç bir şeyin kalmaz. Sen şimdi git yat” derken sinsi gülüşleri devam ediyordu.
Mustafa devam ediyordu anlatmaya:
-Bizim hanım ve ailesi aç kurtlardır. Bunlar denize suya gitseler, maşrapayı koynuna sokarlardı su çalmak için. Benimkisi mecburiyetti aslında. doktorda durumu cılk çıkmıştı. Ondan sonra çok değişmişti. Meğer çocuk olmasın diye ilaç alıyormuş bizim hanım.
Konudan konuya geçti arkasını öğrenemedi kimse yine. Niye geldi bunlar buraya. Gece erken bitti. Sabahı bekliyordu herkes. Bahçe kapılarının açılmasını dört gözle bekleyen hep antik Cevdet olurdu. Açılmayla koştu elindeki ekmeklerle bahçeye.
-Kuşum! Canlarım! Acıktınız mı derken ekmek kırıntılarını uzatıyordu lağım kapağının oradan.
Fareleri besliyordu. Her birinin adı vardı. Kirli, Giri. Özgür, Silo, Adalet gibi. Fare deyip geçmeyin arkadaşıydı onun. Konuşur beslerdi devamlı onları. Gerçi farenin eşini öldürmüştü, eşi elinden alınan Göynücek’li Hüseyin. Yavrularıyla yalnız kalmıştı Adalet. Kuyruğunun rengine bakarsan bayağı yaşlıydı.
Koğuş uyanmış sayım zamanını beklerken, Yasar Amca, şaşırıyordu farelerin beslenmesine.
-”Ya! Cevdet Gardasım. Koyun keçi olsa, kedi köpek olsa anlarız bu fareler beslenir mi ” derken diğer taraftan derdini anlatıyordu:
-Bu gece hiç uyuyamadım. Bir hal oldu bana. Yatağa yatıyor karnım gürül gürül. Lavaboya iniyorum yine aynı. Sabaha kadar yatak tuvalet arası döndüm dolaştım. Karnımda böcek mi var? Üşüttüm mü? Hastalık mı kaptım anlamadım.
Öbür tarafta Sarıca İlyas, kıs kıs gülerek arkadaşlarına anlatıyordu. Anlatırken gülmekten yerlere yatıyordu. Burası hapis te olsa, insan yaşamalıydı. Ve herkes tıynetine göre davranışlarını dökerdi ortaya. Meğer iki tane ishal ilacı vermiş Amcaya. Yanına yaklaştı:
-Amca basının ağrısı geçti mi bu gece.
-Ya oğlum! Tuvalete git gel basımın ağrısını unuttum. Bana bir hal oldu anlayamadım.
Burası küçük bir dünyayaydı. İnsanların çoğu da küçüktü. Ahlak yok gibiydi neredeyse. Gün geçsin de, nasıl geçerse geçsin derdindeydi çoğunluğu. Ceylanlar ve çakallar günü böyle geçirirdi zaten. Bazen ite kaka, bazen vuruşmalarla. İnsan et yeseydi her gün yenilirdi burada
-”Gâvurun dölü” deyince Baysal’a döndü insanlar. Acaba sonuç nereye çıkacaktı. Merakla oraya toplandılar.
Anlatıyordu. Acının tarifi nasıl olsun. Bazen gözyaşı bazen sahte gülücük. bazen dumana karışık ahlar ve vaahlar. Ateşti burada ağızdan çıkan her şey. Ya yanıyordun, ya yakıyordu. Yanmaya razıydık anlat hele baysal ne oldu sonra diyordu eşinden darbe yiyen Göynücekli.
-Gitmemeliydik karakola. Şikâyetçi olmamalıydık. Giden mal olaydı. Palana yanmayaydık. Bizim Hanımı bulmuşlar samsun sığınma evinde. Meğer yaşı küçükmüş. O da benimle evli olduğunu söylemiş. Oysa geçmişte üç evlilik daha yapmışmış. Meğer ablasının kimlik kartını kullanıyormuş…
Devletimiz bize dedi:
–Çocuğa cinsel istismar yapmışsınız.
-Düğün yaptık. Muhtarın jandarmanın haberi var. Düşenin dostu olmuyor… hepsi inkâr etti. Önceki evliliklerini de ispatlayamadık. Suç kaldı üstümüze. Bana on iki yıl sekiz ay, babama da yardım yatklıktan üç yıl sekiz ay verdiler. Attılar bizi buraya.
Bunları anlatırken gülmekten yerlere yatıyordu. Etrafındakiler hayretler içinde bu nasıl olur sözleri söylense de gerçek yanlarındaydı ve oluyordu.
-Mahkemede tir tir titriyorum. Orada altıma kaçırmışım. Hâkim bana gülüyor. Ben titriyorum. Gâvurun dölü mahvetti bizi….Hâkime çok yalvardık….Yapacak bir şeyim yok dedi. Adalet mülkün temelidir yazıyordu hâkimin arkasında.
Parmakları vardı adaletin. Kesilene acımazdı…
–Ağlıyorduk…
Ama adalet gözyaşı silmiyormuş sonradan anladık. Ve Adalet gerçeklerin peşinde değilmiş, anlatabilenin, güçlü olanın işiymiş. İşte şimdi buradayız… derken yaktı bir sigara daha. Ben korkuyordum. Adalet ne zaman temelden yukarı çıkacak. Ne zamanki, eller kararınca terazinin kefesi eşit durmuyormuş buraya düşünce anladım. Bu Adalet ne zaman insanları kucaklayacak Gardaşlıklar!
Sözlerinin anlamsız olduğunu ve gerçekleşmeyeceğini herkes biliyordu. Kimse son cümlelerini umursamadı onun için.
Antik Cevdet de oradaydı
–Adalet dindir. Adalet mülktür. Adalet insandır, insanlıktır. Candır. Adalet yoksa zulümdür. Ölümdür…diyordu.
Döl kim. adalet kim derken, beni koğuştan aldılar. Üç yıl sonra gördüm Baysalı.
Ona:
-Baban dedim.
O:
-Boynunu büktü, hüzünlendi.
-Cezasının bittiği hafta öldü. Anam da dayanamadı babamın öldüğüne, o da öldü bir hafta sonra.
Çok içerlemişti Baysal. Gülmeyi bırakmış, saçları beyazlamış, sessizdi. Olgunlaşmış. Keskinleşmişti bakışları, düşünceleri. Patlayacak gibi dolmuştu iç dünyası. Fazla konuşamadık gidiyordu. Elini kaldırdı dört parmağını gördüm anlayamadım. Ne anlama geldiğini.
Görürsem bir gün dördüncü evliliğin nasıl geçiyor diyeceğim….