Topal Eşek / Kafa Kağıdın Yanında mı Emmi!
Taşlar atıyordu gençler. Az ileride otlayan eşeğe. Bunu gören yaşını almış Tevfik Amca, kızdı oradaki gençlere. Hayvan hakkında bildiklerini ve onunla geçmişte yasadıklarını anlattı onlara.
Zamane gençliği, her şeyden yakınıyor, erken eskitiyordu her şeyi. Heveslerini, ideallerini ve erken bıkıyordu elindekilerden. Değerli olan her şeyden. Gerçi onlara göre farklı, büyüklere göre farklıydı olaylar, olgular ve var olan her şey. Değer anlayışı çok değişmişti bu zamanda. Yaşayan hiçbir şeye değer yoktu ki, eşeğe niye saygı olsun. Sadece hayvanlara mı? İnsanlara ve insanın irtibatlı olduğu hiç bir şeye saygı, sevgi, değer verme kalmamıştı.
-Gençler!
Gelin oturun yamaçlarıma. Konuşalım biraz. Size o eşeğin hayatını ve geçmişini anlatayım. Belki de o eşek olmasaydı acınızdan ölmüş olurdunuz.
Böyle deyince gençlerde farklı bir ilgi uyandı. Yaşamlarını nasıl bir eşeğe borçlu olsunlar ki. Eşek deyip geçmemek lazım. Geldiler Tevfik Amcanın etrafına. Saygıyla, buyur anlat der gibi ona bakıyorlardı.
…..
-Siz daha neler gördünüz ki. Ne kötü günler geçirdi bu ülke ve insanları. Unutmuşsunuz. Belki de siz hatırlamazsınız. gerçi çoğunuz doğmamıştı bile o zaman. Mehmet’in Ali’nin başından geçenleri ve şu ilerideki çayırlıkta yayılan topal boz eşeğin hikâyesini anlatmaya başladı.
Dikkatlice dinliyorlardı. Eşek genç ve sağlam iken Bakkal Mehmet’e sattım ben onu. Gençler pür dikkat kesilmişlerdi. Anlaşılan o ki babalar anlatmamış geçmişe dair hikayeleri. Ne yapsınlar. Ekmek derdinden bir araya gelemiyor ki aileler.
Anlayacağınız çocuklar! Bir gün şehre gider bizimkiler Bakkalcı Mehmet ve yeğeni Ali.
Köyden çıkıp şehre gidecekler. Gün daha yeni ışımış. Geç uyanan horozlar dışında, öten yok.
Ali:
-Mehmet emmi! Böylesine fırtına görmedim. Hava soğuk ki sorma. Şehre daha sonra mı gitsek. Tepelere baksana tekrar kar geliyor. Bir karartı var sanki. Sıkıntı yaşamayalım yoksa. Ne dersin?
-Bir şey olmaz Ali. Bakkalda şeker yok, tuz yok, sigara yok, yağ yok. Mutlaka gitmemiz lazım. Kar gelse de yapacak bir şeyimiz yok. Karı indiren, yarattıklarını da düşünür. Rahat ol.
-İyi diyorsun da, ortalık da tekin değil biliyorsun Emmi. Sağcılar ve Solcular var. Ara yerde kim vurduya gitmeyelim.
Rahat ol yeğenim. Biz köylü adamız. Bizim ne işimiz olur onlarla. Baktık ki olmuyor, onlardanız gibi yaparız. Malzemelerimizi alır geliriz. Biz bakkalız. Köylü malzeme bekler. Korkaklık bize yakışır mı. Sen yine de emaneti al, eşeğin semerine sakla. Eşeğe semeri yük olmaz derler. Biz tedbirimizi alalım. Allah Kerim Yeğenim.
-Olur, alırım.
Amca yeğen şehre doğru gidiyordu. İki eşek arka arkaya. Yol yok. Yol olsa araba yok. Araba olsa, para yok. İnsan karnını zor doyuruyor bu zamanda. Arabayı nereden bulacaksın. 80’li yıllar, ortalık öyle karışık ki, siyasal gruplar farklı farklı örgütler, dernekler… Herkes kendine göre devlet kuracak. Bir taraf Amerikan bayrağı, diğer taraf Sovyet bayrağı asacak kendine göre. Milletin karnı aç mı, tok mu diyen yok. Baba oğula düşman, oğul kardeşe. İkisi babaya. Şehirde herkes öfke yığını. Marşlarla kurtaracaklar ülkeyi.
Karanlık düşünen adamların aklı farklı düşünüyor. Önce babalar çocuklardan ayrılmalı, sonra kadınlar kocalardan. Kolay mı yeni şeyler yapmak. Yıkmalı ne varsa önce diye düşünülüyor. Nasıl olsa yapılacak her şey yeniden. Yeter ki hainler temizlensin. Hain ise, onlar gibi düşünmeyen herkes. Bir sebep bulunur, imkanları olsa bulutları toprağa değil insanların üstüne boşaltır bu karanlık akıl sahipleri. Sebep basit….Şu düşünce yapısına bakın Çocuklar! O kesin haindir düşüncesi. Cama yapışmış, kanatları titreyen kelebek kesin hain. Yoksa neden bize baksın. Bu köpek hain olmasa niye havlasın ki. Güvercinler niye bizden kaçıyor. Çünkü düşman. Dost kaçar mı. Onun için hain ve vurulması lazım. Öfke, kızgınlık, kin, nefret her yeri kaplamış. Kim resimlerde daha sert durur, kim fazla öfkeli gösterirse kendini, o kadar idealist ve vatanperver görür olmuş.
Neden namuslu-namussuz ayırımları yapılmaz da; sağcı-solcu; doğucu-batıcı; gelenekçi-modernci; …daha bilmem neler gibi ayırımlar yapılır… Şart mı bunlar. İlle de öteki olacak. Böyle olursa, kendimiz haklı diğeri haksız. Onun için yaptığımız her şey doğru, onların yaptığı her şey yanlış düşüncesi. Ne kadar saçma düşünceler. Düşmanı içimizde üretmişiz. Ne adına. kimin için…
O gün; Fırtına hafiften dinse de, kar, yerleri beyaza boyamıştı. Şehre giderken dağ yolundan gidilir. Önce yükseklere tırmanılır sonra inilirdi aşağıya doğru. Kar bazı yerlerde biraz fazlaydı. İyi ki eşekler yolu biliyor. Yoksa halimiz ne olurdu diye içinden konuşuyordu Ali.
Patika yolları takip ederek, tepeler arasından geçtiler. Köyleri tek tek geride bıraktılar. Aşağılara doğru indikçe kar azalıyordu. Şehir denize yakındı. Denizin kış ılıklığı karı ısıtıyor yağmur olarak düşürüyordu şehrin üstüne.
Belki de kirliydi şehirler. Yıkanmalıydı. Yıkandıkça eskir miydi, temizlenir miydi şehirler. Her yıkanma temizlemek miydi eskitmek miydi bilinmez. Hangi acıları sevince, hangi aşkları birbirine kavuştururdu ve ya ayırırdı bu yağmurlar bilinmez. Yoksa kar ve yağmur, çoğalır, çoğalır da sel olup, alır her şeyi önüne, bilinmezliğe mi götürürdü. Yollardan lağımlardan geçerek denize ulaştırdı ya su her şeyi. Her şeyin biriktiği yer denizler değil miydi? Neleri saklar, ne gizemler barındırır bu deniz. İnsan aklıda, yüreği de bir deniz değil midir çocuklar.
Ali.
-Şükür kar da azaldı. Biraz daha aşağılara inersek, Kar kalmaz Emmi.
Öyleydi. Evden çıkalı iki saati geçmişti. Dağlardan Tepelerden inerek şehre yakınlaşmışlardı ki, ileride bir grup gördüler. Ellerinde mavzerlerin olduğu belli.
-Kafa Kâğıdın yanında mı Yeğenim.
(Dinleyen çocuklardan Hüseyin:
O da ne ki. bir de kafaya niye kağıt sarılıyor Tevfik Amca!)
-Kimlik kartı Yeğenim. Eskiden Nüfus cüzdanı, not defteri gibiydi. Ağır olduğu için ve bükülmemesi için şapkanın altında taşınırdı. Hatta düşmemesi için oraya dikilirdi.
Evet, yanımda Emmi!
-İleridekilerde Makinalı gözüküyor. Sağcıdırlar. Sorarlar ise, biz de sağcıyız deriz. Unutma ha! Sağ elini kaldırarak selam vereceksin.
-Tamam emmi mi öyle yaparım.
Amcası altmış beş yaşında. Kendisi daha bıyıkları yeni terlemiş delikanlı. Uzun boylu, hafiften sarışın. Gözleri yeşile dönüktü. Çakır Ali diye lakaplanmıştı köyünde.
Yaklaşınca gruba, sağ ellerini kaldırarak;
-Selamün Aleyküm…
Genç bir çocuk:
-Siz Sağcı mısınız?
Mehmet Emmi:
-Evet. Biz Anadan babadan bu yana sağcıyız. Soyumuz da solculuk yoktur. Sizin gibi değerlerimizi savunanları görünce göğsümüz kabarıyor gençler.
Bunları anlatırken gayet emindi kendisinden. İnandırıcı olmalıydı. Öyle de yaptı zaten. Tecrübesi vardı. Ne günler görmüş, ne geceler, yıldızların söndüğüne şahit olmuştu.
Yoldaki genç çocuk, ilerideki lideri olan adama:
-Bunlar sağcıymış. Üstelik böbürlenerek anlatıyorlar dedi.
Bıyıklı kirli sakallı Lider:
-Bilmiyorlar mı onlar güneş doğudan doğacak. Verin derslerini, dediğini duymuştu Mehmet Emmi.
Gencecik çocuklar, iyice hırpaladı onları. Marşlar söyleyerek. Sloganlar atarak. Davaları uğruna. Nasıl bir davadır ki; dedesi yaşındaki insanı dövüyorlardı. Yalvardılar yakardılar, bizim, sağımız, solumuz yoktur. Biz köylü insanlarız. Ben bakkalım. Köyün ihtiyaçları var. Onlar için gidiyoruz şehre. Eğer isterseniz, sizin için solcu da oluruz. Ne olur dövmeyin bizi artık, deyince, orada solcu oldular ve daha fazla dayak yemekten kurtuldular.
Genç çocuk Yoldaş, iki kişiyi daha solcu yapmanın memnuniyeti ile onları serbest bıraktı. Sevinç naraları atarken şişeleri kafaya dikiyorlardı. Amca Yeğen, zar zor sol ellerini kaldırarak:
-Kolay gelsin yoldaşlar, diyerek oradan ayrıldılar. İkisi Uzunca bir süre konuşmadı. Anlaşılan ağırdı dayak yemek. Ne amca yeğeni kurtarabildi. Ne Yeğen amcasını. İkisi de çaresizdi. İçlerinde kinden bir dağ oluşmuştu. Lakin o dağ içlerinde kalmıştı.
Mehmet Emmi:
-Yeğenim çok acıttılar mı?
-Yok, Emmi! Ben sana üzüldüm. Silahım Belimde olaydı boşaltırdım hepsinin üzerine. Allah yarattı demezdim vallah.
-Aman Yeğenim. Dikkat et diksin, dinçsin, gençsin, bu acılar da geçer. Acıyı göre göre, çeke çeke büyüyeceksin. Sabırla olgunlaşır her şey. Acıyla güzelleşir bazen. Unutursun acını. Ama yaşadığını unutmazsın. Unutma da zaten. Ananı, babanı, geleceğini düşün.
-Neden böyle emmi: baştan solcuyuz deseydik, yemezdik bu kadar dayağı. Üstelik solcu veya sağcı olsak ne olur ki. Sanki bunları olunca ibadet mi etmiş oluyoruz. Karnımız mı doyacak. Yetim çocuklar ağlamayacak mı? Tarlada ürününüz bol mu olacak? Yolumuz hastanemiz mi olacak. Neden emmi neden derken, kahrından ağlıyordu.
-Büyüyünce anlarsın evladım. Sende anlarsın. Köylünün sözünün geçmediğini, insanların değersiz olduğunu sen de anlarsın. Düzen böyle gelmiş. Maalesef böyle gidiyor. Bilseydim solcu olduklarını, kaldırmaz mıydın sol elimi. Nasipte dayak yemek varmış, yedik. Şükür birlikteyiz. Sağlamız. Bunları kimseye de anlatmayasın. Boşuna üzülmesinler. Kinlenmesinler devletimize karşı.
Daha neler konuşmadılar ki. Bir saat böyle geçti.
-Emmi ileride bir grup daha var görüyor musun?
-Nerede. Çeşmenin karşısındaki ağaçların orada.
-Tamam gördüm.
-Emmi şimdi de mi dayak yiyeceğiz.
-Yok Yeğenim. Şimdi tecrübeyle sabit. Solcuyuz diyeceğiz. Aynı yolda farklı Hem solcu hem sağcı olmaz. Sol elini kaldırmayı unutma. Silahları da bak Keleş. Nasıl olsa dayak yiyerek solcu yapmadılar mı bizi? Yaşasın Kutsal davacıklar!!
İkisi de burada güldü aslında. Dalga geçerek. Elbet vardır bizimde güleceğiniz zamanlar diyebildiler acı hüzün ve özlemle karışık.
Gruba yaklaşınca, ezberlemişçesine hızlıca sol ellerini kaldırdılar:
-Merhaba yoldaşlar. Kolay gelsin. İyi ki varsınız. Yoksa ne olur bu memleketin hali.
Bu söylenen sözleri, Ali de eliyle ve başıyla onayladı. Amcasını dediklerini.
Bıyıkları yeni terlemiş bir Genç:
-Nereye gidiyorsunuz böyle.
-Şehre gidiyoruz. Ben Yukarı Kaytanlı köyünün bakkalcısıyım. Bu çocuk ta benim yeğenim. Bakkalın ihtiyaçları var. Şehre onları almaya gidiyoruz.
Davasının ateşiyle yanan genç, elindeki keleşi, onlara doğrultarak:
-Siz neden sol ellerinizi kaldırdınız. Solcu musunuz?
-Elbette solcuyuz. Anadan babadan solcuyuz bizler. Soyumuzda sülalemizde sağcı yoktur. İnanırız ki güneş doğudan doğacaktır. Ve sizler bu ülkeyi yönetip her yere huzur refah ve barışı getireceksiniz.
Bıyıkları çıkmamış çocuk bağırdı:
-Reis Bunlar solcuymuş.
Reis kasıla kasıla geldi oraya.
-Siz dinsiz misiniz?
-Haşa. Elhamdülillah Müslümanız.
-Okuyun bakalım Fatiha’yı.
Başladılar okumaya. Önce Ali sonra Amcası.
O sırada Reis yanında duran Ahmet’e:
-Bunlar doğru mu okuyor?
-Reisim ben bilmiyorum.
Diğerlerine de aynı soru soruldu. Bilmiyoruz deyince, amca yeğeninin doğru okuduğu kabul edildi. Ancak yalnız Selam verdikleri için, yalan konuştukları için, dayak atmaktan de vazgeçmediler. Sonunda ibadet eder gibi onları sağcı yaptılar törenle ve gönderdiler. Dava kutsaldı. Dava vatandı. Önce insanları dövecekler, öldürecekler, terbiye edecekler sonra da kurtarmış olacaklardı. Kimi kimden kurtaracaklardı ki. Ne yapsalar dayak yiyorlardı. Elden de bir şey gelmezdi zaten.
Ah insanlar… ötekileştirilen, birbirlerine yabancı yapılan insanlar. Değerlerine, büyüğüne, küçüğüne, saygısı-sevgisi olmayan insanlar. Bu neyin sonucuydu. Nasıl bu hale gelmişti. Bu toprakların çocukları, toprak kokan bu köylüleri neden tanıyamıyordu. Bütün bunlar kim adına ne adına. Bir fikre sahip olmak, kaç insanı doyurur, kaç yetimi öksüzü sevindirir. Kaç ocağın tütmesini sağlar. Daha kaç çocuk karanlıktan aydınlığa hasret kalacak.
Bunları içlerinden düşündüler. Çünkü konuşmaya dermanları yoktu. İkisi de biliyordu konuşmanın anlamsızlığını. Şehre vardılar sonuçta. Eşyalarını aldılar, oradan buradan. Şehirde kimselerle de konuşmadılar. Sağlarına ve sollarına bakmadılar gün boyu. Sadece önüne bakarak yaptılar işlerini. Geri dönüp, düştüler tekrar yollara, korku içinde. Aslında acıyan bedenleri değil, yürekleriydi. Bunu da kendilerinden başka hisseden yoktu zaten.
Korktukları başına gelmedi. Kimseler yoktu yollarda bu defa. Demek ki Yeteri kadar dava tebliğ edilmişti… Kar yağıyordu. Yollar kapanmıştı. Yükseklere doğru çıkıldıkça kar daha da çoğaldı. Akşam karanlığı da yavaş yavaş çöküyordu üzerlerine. Şehir arkada köy önlerindeydi. Şehre yağmur, bunların üzerine kar yağıyordu. Beyaz olması gereken yerdeydi. Dağlarda ve köylerde. Toprağın ve topraktan yaratılanın üzerinde.
-İyi ki kar var yeğenim. Bak her tarafı aydınlık gibi.
-Evet öyle. Çok geç kaldık emmi. Önümüze kurt çıkmasın
-Yok, yeğenim kurt olmaz şimdi. Emanet yerinde duruyor değil mi?
-Evet, amca duruyor.
-İyi ki kaptırmadık onu. Onu al bana ver.
Bu davranışın Aslında kurt çıkma ihtimalini gösteriyordu Aliye. Korkusunu içinde tuttu. Uzun sürmedi kurt ulumaları uzaktan duyulmaya başladı. Bu sesler içerisinde, caminin müezzinin ezan sesini duydular. Köye yaklaştıkları belliydi artık. Elektrik olmadığı için müezzin bağıra bağıra okuyordu. Cami ahşaptan sağ tarafta. Sol tarafta mezarlık. Caminin yanında, mezarlığın karşısında Okul. Böyle olurdu Eskiden. Ölüm, eğitim, ibadet yan yana, Hayat üçünden ibaret değil miydi? Mezarlığın sonuna vardıklarında, tatlı ve yanık bir ses duydular. Biraz da garipsediler.
-Bu ne iş. Bu adam delirmiş mi?
-Delirmese bunu yapar mı oğlum. Ve arkasından:
-İllez ne yaptığını sanıyorsun. Millet namaz kılıyor. Orası mezarlık. Sen babanın mezarının başında zurna çalıyorsun. Hiç mi Allah’tan korkmazsın. Kuldan utanmazsın.
-Allah’tan korkarım emmi. Kuldan niye utanayım ki. Hele babamdan hiç. O bana davula vurmayı, zurna çalmayı öğretti. Ben de mezarın başında bunları yapıyorum. Eğer bana dua öğretmiş olsaydı bunu yapardım emmi. Ben evlat olarak babama hak ettiğini veriyorum. Dana, anadan ne görürse onu yapmaz mı Emmi. Ben çalayım da o, oynasın orada. Veya oynatsınlar onu. İster miydim böyle olmasını. Bak, millet camide namaz kılıyor. Ben hiçbir dua bile bilmiyorum. Kimsede bana bir şey öğretmedi. İmamın yanına gittim. O bile öğretmedi. Yok, anlamazmışım, yok yaşım geçmiş, falan filan. Bu kulların hangisi bana, ne öğretti ki utanayım onlardan derken, elleriyle camiyi ve onları da işaret ediyordu.
Haklıydı Aslında Hüseyin. Kaç Baba çocuğunu geleceğe göre, yetiştiriyor. Kaç baba evladını ölüme hazırlar …Hayat okuluna, hazırlar ki.
-Oğlum sen yine de yapma. Bak cami orada. Hocaya tekrar git söyle öğretir o sana. İlim istemekte, insan kararlı olmalı. Biraz inatçı olmalısın. Vaz geçme hemen. O öğretmez ise söz, ben öğretirim. Yeter ki mezarlıkta zurna çalma. Hiçbir evlat babanın hakkını ödeyemez, velev ki bir şey öğretmese bile oğlum.
-Gittim emmi gittim. hocanın çok işi varmış. Kartmışım. Öğrenemez mişim. Benimle uğraşamazmış. Tavukları varmış, bahçeleri varmış, arısı varmışı aman da aman. Daha çok ne işleri varmış. Benim Dünyam, dinim, ahiretim gitmiş kimin umurunda.
Biraz daha konuştular orada. Eşeklerin yükü ağırdı. Saatlerce yoldan geliyorlardı. Ayrıldılar oradan. Bakkalın önüne kadar geldiler. Herkes oradaydı. Camiden çıkanlar da geliyordu. Şehirden geldiklerini gören duyan toplandı. Şehirde ne haberler var merak edilirdi. Amca Yeğen yorgundu. Konuşmadılar bu defa. O kadar yol yürüdüler, o kadar dayak yediler ki… Soğuk bir yandan, kurt korkusu diğer yandan derken, işte buradaydılar ama sessizdiler. Mehmet Emmi Seslendi köyün en matrak insanı İdris’e:
-Oğlum oradan Cemali de al da birlikte, eşekleri yıkın ve malzemeleri de dükkâna koyun.
Cemalin İdris’ten aşağı bir yanı yoktu o da fırlamaydı.
Tamam, şeklinde başlarını salladılar, bir birbirlerine baktılar o bakışın ne anlama geldiğini ikisi biliyordu sadece. Ellerindeki uzun odunları, yanlarında götürerek hayvanlara yaklaştılar, odunu çaprazlama hayvanın bacağına dolayıp, küüüt diye eşeğin yere yatırdılar. Zavallı hayvan, Neye uğradığını şaşırdı, orada olanların şaşırdığı gibi. Mehmet emmi bağırdı:
Siz ne yaptınız çocuklar eşeğe. Onun üzerindeki malzemeleri yıkın dedik. Eşek böyle mi yıkılır, bağırdılar, Oysa onlar çoktan kaçıyordu. Arkalarından 14 Kurşun sıkıldı. Maksat korkutmaktı. Yükleri alındı eşeğin.
Ancak, yere yıkılan eşeğin bacağı kalçadan ve diz altı kırıldığı için kalkamadı. İyileşmesi zordu. Bu eşekten artık hayır gelmez dedi Mehmet emmi üzgün üzgün. Oysa nice yılları beraber geçirmişlerdi. Eşeğin acı çekmemesi için vurmaya karar verdiler.
Eşek götürülürken cemal ve İdris onların önünü kesti. Pişman olduklarını söylediler. Özür dilediler. Parasını verdiler ve eşeği satın aldılar. Amaçları ömrünün sonuna kadar eşeğe bakabilmekti. Yaptıklarını affetsin eşek ve insanlar diye. Ve baktılar da yıllarca. İşte Bu Topal boz Eşek bu çocuklar! dediğinde ,çocuklar çok üzgündü. Eşeğe bakıyorlardı. Belki de onun yaşadığı zamana. Kim bilir…
Tebrikler güzel bir yazı emeğine sağlık
Eyvallah…